Geçmişe hasretle bakmak ve sık sık geçmiş üzerinde durmak bizde hem bugünden duyduğumuz sıkıntıyı, hem de gelecekten duyduğumuz endişeyi belirtir. Bu hasretin mânâsını anlayabilmek için yaşanan hayat içinde kendini mesut hissetmek ve aynı saâdeti paylaşmayanlara ‘’Hayâlci’’ veya ‘’Gerici’’ demek yetmez, hattâ hâdiseye bu gözle bakmak bizi tamamen yanlışa götürür. Dünyanın hep iyiye gittiğini söylemek de onun hep kötüye gittiğini söylemek kadar dogmatik bir inançtan ibarettir. Her şeyden önce geçmişten, bugünden ve gelecekten ne anlaşıldığı konusunda bir açıklığa kavuşmalıyız. Geçmiş, şu andan geriye doğru insanın ilk yaratılışına kadar geçen zaman değildir. Her insanın hasret duyduğu geçmiş bu büyük zamanın şu veya bu parçasıdır. Bugün dediğimiz şey ise genellikle insanın hayatında geçmişle karşılaştırılan kısımdır; gelecek de içinde bulunduğumuz andan itibaren sonsuza -veya bilinmeyen bir sona- kadar uzanan zaman.
Şu küçük açıklama gösteriyor ki, geçmişe hasretle bakmanın asıl sebebi insanların daha iyi bir dünya istemeleridir. Kültür ve medeniyetin insan saâdetini bozduğunu söyleyen Rousseau ve Freud dâhil, hiç kimse geçmişin sefâlet ve adâletsizlikle dolu bir devrini özlememiştir. Özlenen şeyler, bugünkü hayatın bizi mahrum bıraktığı kıymetlerdir; mâzînin hangi devrinde o kıymet en yüksek mevkide ise o devre hasret çekiyoruz. Hiçbir Müslümanın İslam’dan önceki cahiliyye devrini özlediği görülmüş müdür? İslamiyet’in altın devri Peygamberimizin ve ilk dört halifenin zamanıdır; din hayatında herhangi bir bozulma olunca hep o devirde olduğu şekle göre bir düzeltme yapılmak istenir. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise Kanunî devri her şeyin en iyi olduğu devir diye bilinirdi; bütün ıslâhat teşebbüslerinin arkasında, devleti ‘’Gazi Süleyman Han’’ zamanındaki şan ve şerefe kavuşturmak arzusu yatardı. İlk defa Tanzîmat’tan sonradır ki, Türk münevveri altın çağı ‘’bugün’’ içinde, yani yaşayan Avrupa Devleti içinde görmeye başladı. ‘’Çağdaş uygarlık düzeyi ‘’ denen ve hiçbiri Türkçe olmayan şu üç kelimenin mânası her iyi ve güzel şeyin kendi dışımızda, batı dünyasında bulunduğudur. Bildiğimiz kadarıyla, bu söz ilk defa ‘’ muasır medeniyet seviyesini aşmak ‘’ şeklinde ortaya atılmıştı; şimdi ‘’aşmak’’ yerine ‘’erişmek‘’ denildiğine göre, bizim batılı münevverlerin gitgide daha kanaatkâr olmaya başladıkları anlaşılıyor. Bu kanaatkârlıkta daha ileri giderlerse belki bir gün Türk kültürüne ve Türk medeniyetine kıymet verecek derecede alçakgönüllü olabilirler.
Ne zaman birisi bize ‘’eskiden bu işler böyle midi ya?’’ dese hemen ‘’o günler çoktan geçti artık bir daha geri gelmez’’ diyoruz. Geçmişin geri getirilmesi hakikatten imkânsızdır, eğer imkân olsaydı ben o günlerden birinde yaşamak isterdim. On sekizinci yüzyıl sonlarına kadar dedelerimizin hep ‘Gazi Süleyman Han’’ devrini özlerlermiş. Biz şimdi 1918’den önce ki Türkiye’nin herhangi bir devrine razıyız. Eğer Balkan bozgununu gören dedelerimiz bir gün torunlarının Türkçeyi bilmedikleri, kendi devirlerine lânet okuyan tiyatro eserlerini devlet kesesinden bahşiş dağıtılacağı bir devrin geleceğini hayal etselerdi, Bulgar kurşunu ile ölmediklerine üzülürlerdi. Hâlbuki insan kendi çocukluğunu bile yeniden yaşayamıyor, nerede kaldı bir milletin geçmişini yaşamak… İmkân olsaydı ben o geçmişte yaşamak isterdim, hem de hususî bir mevki, rütbe ve servet endişesi duymadan. Bir geçmiş düşünün ki, onun hayali bile birkaç nesli şeref ve şan içinde yaşatmaya yetiyor. Geçmişin hayali olmasa geleceğe hiç bir zaman ümitle bakamam. Böyle bir hayale sahip bulunmayanlar acaba ümitlerini neye dayandırıyorlar? Avrupa Birliği içine girip ‘’Medenîleşeceğimizi’’ mi sanıyorlar, yoksa Batı’daki yeni buluşlar sayesinde hayatın daha kolay ve rahat olacağını mı?
Diyeceksiniz ki, geçmişin bir daha gelmeyeceğini bile bile onun hayaliyle yaşamak gerçeğe hiç uymayan âdeta anormal bir tavır değil midir? Hayır. İnsan gerçekle yüzyüze gelip de onu tanımamış olsa hiç geçmişe döner miydi? Biz eski hayatın bugünkü sefalete kıyasla son derece yüce olan taraflarına bakıyoruz. Pekâlâ, biliyoruz ki, her zaman ve mekânda olduğu gibi, bizim milletimizin geçmişinde de haksızlıklara, adaletsizliklere, bozuk idarelerce, ehliyetsiz idarecilere, ahlâkî sapıklıklara rastlanır; fakat bunlara daimi anormal hallere olarak bakılagelmiştir. Zaten bu haller olmasa iyi ahlâk ile kötü ahlâkı birbirinden ayıramazdık. Ben doğduğum zaman Cumhuriyet kurulalı 15-16 yıl kadar olmuştu, bu yüzden ‘’eski devir ‘’diye bilinen devri eski adamlardan ve tarihi kaynaklardan öğrendim. Her şey bir tarafa, elli yaşından yukarı kimseleri görmeseydim, Türk terbiyesi ve âdâb-ı muaşereti denen şeyi öğrenmeyecektim. Türkçeyi de onlardan öğrendim. Dostluğu, vefakârlığlı onlar arasında gördüm, huzuru onlar arasında duydum. Bugünkü cemiyetimizde edep ve terbiye çerçevesinde yakınlık kurmaya, hattâ hitab edilmeye lâyık herkes bu meziyetlerini ‘’eski devir’’ adamlarına borçludurlar. Meziyet diyorum, çünkü eskilerin normal davranışları bugün bi meziyet haline gelmiş bulunuyor.
Eskiler bizden daha bilgili, daha kabiliyetli insanlardı. Bizim âlimlerimiz batılı ilme uzak kalmışlardı, onunla uğraşmıyorlardı, ama kendilerinin kıymet verdikleri bilgi sahasında, yani medrese ilimlerinde, hepsi de birinci sınıf insanlardı. Biz şimdi modern denilen ilimlerle uğraşıyoruz, dini bilgileri ‘’modern’’ usullerle öğreten okullarımız da var, ama her iki ilim sahasında da hiçbir varlık göstermiş değiliz. Dahası var; üniversitede benim de içinde bulunduğum yeni nesil –belki bazı istisnalarla- kendi hocaları kadar kaliteli olamıyorlar. Bizim neslimiz üniversitede profesörlük mevkilerini işgal edecek çağa geldiği zaman yeni asistan ve doçent olanlar bizden daha iyi olmayacaklar. Bizim hocalarımız ‘’ilim öğrenmek’’ üzere tahsil yaparlardı. Bugünkü nesil doktrin öğreniyor. Hem de nereden? İhtilâlcinin Not Defteri, Marksistin El Kitabı, Anarşistin Cep Kitabı gibi kaldırım neşriyatından. Bizden önceki nesil hiç bir şey bilmese kusursuz bir Türkçe biliyordu. Bozuk Türkçe ile neşriyat yapmaya kalkanları eskiden Babıâli’ye sokmazlarmış, böyle bir cahil tesadüfen Babıâli yokuşunda görülür ve kim olduğu anlaşılırsa yerine göre kâh Süleyman Nazif kâh Lâstik Sait tarafından dayakla kovulurmuş.
Bütün bu kıyaslamalardan sonra nasıl olur da maziye hasret çekmezsiniz. Ama bu hasret için eskiyi bilmek şarttır. Rahat yaşamak istiyorsanız gününüzü gün etmeye bakın, vaktiyle neler olmuş diye meraklanıp da dünyayı kendinize zindan etmeyin. Bizim okuma kitaplarında eskiden nasıldı şimdi nasıl oldu diye resimli karşılaştırmalar vardı, onlara bakıp bakıp yaşadığımız devre bin şükredin. Eskiden koca İstanbul’da bir tek futbol stadyumu dahi yokmuş, mekteplerde çocuklara ders öğretecek yerde dayak atarlarmış; kadınları evlerde kilit, dışarıda ise kapalı elbise altında bulundururlarmış, öyle ki bir tek bacak seyredebilmek için çamurlu yol kenarlarında saatlerce beklemek zorunda kalırmışsınız, çünkü ancak o zaman kadınlar eteklerini çamurdan kurtarmak üzere hafifçe yukarı kaldırırlarmış. Eskiden köylüden vergi alınırmış, hattâ saraylarda yaşayan ve adına Padişah denen adamlar bile varmış…
Geçmişe dönmemize elbette imkân yok, ama bu demek değildir ki geçmişin faziletlerini artık yaşayamayız. Bizde muhafazakâr denen münevverler de, devrimciler de bugünden ortak olarak şikayet ediyor ve daha iyiyi bulmaya çalışıyorlar. Muhafazakârlar bu noktada geçmişten ilham aldıkları için daha yerli veya millî çözüm şekilleri ortaya alıyorlar. Devrimciler bugünkü hayat şartlarına göre bir çözüm aradıkları için ilk bakışta daha gerçekçi görünmektedirler, ama onların modern şartlar dedikleri şey daima yabancı memleketlerin hal ve şartları olagelmiştir. Bu yabancı tavrı yaratan başlıca sebeplerden biri de devrimcilerin Türk tarihini, Türk kültürünü bilmeyişleridir. Geçmişi geri getirmek imkânsız olsa bile, geçmişteki bazı şeylerin bugün ve yarın da devam etmemesi için sebep yoktur, eğer böyle olmasaydı devrimcilerden ümidimizi tamamen kesmemiz gerekti. Bilgili, terbiyeli ve ileri görüşlü olmaları bugün için de mümkündür; başlarına kavuk sarmaları veya posta tatarı vasıtasıyla haberleşmeleri şart değildir.