Bakanlar Kurulu taarruz kararını onaylamıştı. Taarruz için harekete geçileceği tarih düşmanın geçen sene Sakarya’ya yürüdüğü güne denk geliyordu. Baskın nasıl olurmuş göreceklerdi. Mustafa Kemal Paşa bu işi kökünden halletmek için cepheye hareket edecekti. Bunun gizli kalması için de Ankara’daki Azerbaycan Büyükelçiliği yardımcı olacaktı; küçük bir çay partisi düzmecesiyle. Bu esnada üç Türk kolordusu Güney’e kaydırılmıştı, üstelik düşmanın ruhu bile duymadan. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa’ya artık ordulara yazılı emrinizi verebilirsiniz paşam; 26 Ağustos Cumartesi sabahı taarruza geçiyoruz diyordu. Bir Türk askeri Yunan tarafına sığınmış gibi yaparak bir Yunan tümeninin komutanına Güney’e üç Türk tümeninin kaydırıldığı bilgisini vermişti. Yunanlılar önceki iki tümen de eklendiğinde toplam beş tümen eder ki taarruz için az savunma için de fazla yorumunu yapmıştı. Hava keşfine ihtiyaçları vardı yalnız yeteri kadar Türk uçağı mevcuttu ve bunlar düşmanın sağlıklı bir keşif yapmasını engellemişti. Keşif fotoğrafları onları yanıltmıştı, Türk kuvvetlerinin yerlerinden bile kıpırdamadıklarını sanıyorlardı; güya sığınan Türk askerinin de kendilerini aldattığını düşünüyorlardı. Vakıa gafil avlanmışlardı. Yunan komutanları dünkü balolarının verdiği sarhoşlukla karargâhlarına bile gelememişlerdi henüz. An itibariyle Türk kuvvetlerinin ne zaman ne yapacağına dair hiçbir fikirleri yoktu. Sadece sezgileriyle ve acilen toparlanma peşindelerdi. Türk orduları taarruz sabahından önceki akşam namazlarını eda ediyordu. Arkasından hep birlikte yemek yenecekti. Düşman içinse sonun başlangıcı vakti, girmekteydi yavaş yavaş. Kocatepe yolunda saatler 26 Ağustos sabahının 03.30 sularıydı. Gizlilik ve sessizlik birbirinin üstüne binmişçesine yol çiziyordu Türk piyade ve süvari birliklerine. Mustafa Kemal Paşa, saat 05.30’da dürbününden ayırdığı gözlerini kurmaylarına çevirmişti; işte bu taarruzu başlatın emri oluyordu. Birinci batarya… İkinci batarya… Üçüncü batarya… Ateş!

Afyon tahkimatı yüzlerce Türk top atışıyla dövülmeye başlanmıştı. Kocatepe’den doluyla karışık yağmur yağıyordu âdeta. Yunan grup komutanı, bugüne dek böyle şiddetli bir topçu ateşi görmediğini generallerine bildiriyordu. Yunan ileri hatları tamamen yıkılmış, oradaki birlikleri çil yavrusu gibi dağılmıştı. Türk topçuları şimdi de bütün gücüyle Yunanlıların asıl savunma hattını dövmeye başlamıştı. Türk piyade ve süvari birlikleri aynı anda harekete geçerek cepheyi en kısa sürede yarmaya gidiyorlardı. Yunan kuvvetlerinin bunu durdurmasına imkân yoktu çünkü siperleri çoktan cehenneme çevrilmişti bile. Türk uçakları da eş zamanlı katılmıştı harekâta. Bir kısmının görevi Yunan ihtiyat kolordusunu yerinden hareket ettirmemekti. Diğer bir kısmı da hava keşfini sürdürecekti. Türk birlikleri ilk hamlede Kırcaslan tepesi, Tınaztepe ve Kalecik Sivrisi direnek merkezlerini düşürdü. Belentepe ile Kazuçuran tepesi de arkasına ulanınca düşman asıl taarruzun Güney’e mi Kuzey’e mi olduğunu kestiremiyordu. Bu, Türk kurmay kadrosunun tam olarak istediği şeydi. Türk taarruzunun Güney’den yani Yunanlıların en güçlü olduğu hattan yapıldığını öğrenseler bile 2. Kolorduları 48 saatten önce yardıma gelemezdi. Çünkü Türk 2. Ordusu onları yavaşlatmak için görevlendirilmişti. General Hacıanestis ise Türk ordusunun aptal olduğunu düşünüyordu; Afyon tahkimatlarına fazla güveniyordu, birliklerinin 48 saat dayanabileceğinden yüzde yüz emindi. Bu arada 57. Tümen Komutanı Albay Reşat Bey’in, Çiğiltepe’yi bir an önce kuşatması gerekiyordu. Zira gecikme arttıkça ordunun genel durumu da etkileniyordu. Düşmanın savaşı dengelememesi için Çiğiltepe’nin en kısa sürede düşürülmesi şarttı. Şimdilerde Fahrettin (Altay) Paşa’nın süvari kolordusu Yunan cephe gerisine sızmayı başarmıştı. Fehmi Bey’in piyadeleri de düşmanın Tınaztepe’nin batı kanadında yaptığı telafinin boşa çıkarılması için tekrar hücuma kalkmıştı. Taarruzun birinci gününde tahkimat olabildiğince zorlanmıştı. Mustafa Kemal Paşa, yarın bu iş biter diyordu. Türk kolordu komutanları, 27 Ağustos 1922 şafağında askerlerine kesin emirlerini veriyordu; birlikleriniz imha derecesinde sarsılsa bile hedeflerinizi zapt edeceksiniz, bugün ne pahasına olursa olsun cepheyi yaracağız. Yeni günde ilk olarak Kurtkayası direnek merkezi düşürüldü. Düşman dağılmaya başlamıştı. Tümenlerinin her birinden belli bir kanat devamlı çöküyordu. Karargâhlarını bile tutamaz hâle gelmişlerdi. Artık Afyon’u boşaltıp Dumlupınar Müstahkem Mevkiine çekilmekten başka şansları yoktu. Yalnız Albay Reşat Bey, hâlâ Çiğiltepe’yi alamamıştı; bu ölümün gerçekleşmesi için atılacak son yumruk gibiydi. Mustafa Kemal Paşa ile konuşmasında yarım saat sonra hedefe ulaşacağının sözünü vermişti. Çiğiltepe düşmüştü. Yalnız Albay Reşat Bey intihar etmişti; bıraktığı notta Mustafa Kemal Paşa’ya, yarım saat içinde size o mevziiyi almak için söz verdiğim hâlde sözümü yapamamış olduğumdan dolayı yaşayamam diyordu. Sadece taahhüt ettiği zamandan biraz daha sonra görevini yerine getirmiş olması onun için ağır bir durumdu ve yıllar sonra soyadı Çiğiltepe olacak olan 57. Tümen Komutanı Albay Reşat Bey hayatına son vermişti. Öte taraftan düşman cephesi yarılmıştı; Türk kuvvetleri Sincanlı Ovası’ndan geçiyordu. Düşmanın ise tutunduğu son yerleri de boşaltarak geri çekilişi sürüyordu. General Frangos’un kuvvetlerini İzzettin Bey’in kolordusu takip edecekti. Kemalettin Sami Bey’in kolordusu Dumlupınar yönünü, Türk 2. Ordusu da Kütahya yönünü kapatacaktı. Böylece Yunan 1. Kolordu Komutanı General Trikopis ile 2. Kolordu Komutanı General Digenis’in kuvvetleri kuşatılmış olacaktı. Emir birlik komutanlarına geçilmişti. Dumlupınar Müstahkem Mevkiine düşmandan önce ulaşan Türk 1. Kolordusu oradan taarruza kalktı. Düşman Dumlupınar yolunu açmak isterken neye uğradığını şaşırmış vaziyetteydi. 30 Ağustos 1922 gece saat 02.00 sularında Afyon Karargâhında bulunan Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa ve İsmet Paşa, tasarladıkları duruma dört günde ulaştıklarını belirtiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa 1. Ordu’nun yanına, Fevzi Paşa da 2. Ordu ile süvari kolordusunun yanına giderek birliklerin süratle ve şiddetle hareket etmelerini sağlayacaklardı; İsmet Paşa ise burada kalıp genel durumu idare edecekti. Şu safhada düşmanın kaçabileceği tek yol Kızıltaş Vadisi’ydi. Fevzi Paşa buna dikkat çekmek için gitmişti ki; sıtma yüzünden yatmakta olan komutan, gelişmeleri dikkate alarak önleme emrini birliklerime geceden verdim diyordu. Mustafa Kemal Paşa, cepheye çoktan varmıştı ve 11. Tümen Savaş İdare Yerine hareket etmişti; Başkomutan ateş hattının içerisindeydi. Düşmanın bir an önce sıkıştırılıp imha edilmesi için gerekli talimatları bizzat tehlikenin göbeğinden veriyordu. Yunan askeri parça parça Kızıltaş Vadisi’ne doğru kaçıyordu. Türk bataryaları açığa çıkmış öyle top atışı yaparken piyadeler de süngü hücumuna kalkmıştı. Yunan Başkomutanı Hacıanestis’in, ordularını kurtarması imkân dâhilinde değildi artık. Zira Türk kuvvetleri tek vuruşta Yunan Ordusunu üçe ayırmıştı. Onlar için Anadolu, maceraperest bir hayaldi; kaçmak için delik arıyorlardı fakat Türk askeri her yeri tutmuştu. İsmet Paşa’ya göre bundan sonrası için yapılacak tek şey, düşmanın alacağı her tedbiri felce uğratacak şekilde ve hızla Türk ordusunu İzmir’e yürütmekti; Mustafa Kemal Paşa bunun için hiç vakit kaybedilmesin diyordu. Düşman Uşak mevziilerine kadar çekilmişti. Türk 1. Kolordusu burayı zorlamaya başlamıştı. İzmir yolu adım adım açılıyordu. Süvari Kolordusu da Salihli’ye hareket ederek kılıç artıklarının yolunu kesecekti. Bu arada General Trikopis ile General Digenis de dâhil olmak üzere binlerce subay ve asker Türk birlikleri tarafından esir alınmıştı. İsmet Paşa komutanların Uşak’a getirilmesini emretmişti. Mustafa Kemal Paşa onları askerce karşılamıştı. Yunan Ordularının Başkomutanlığına getirilen General Trikopis’e, görevin verilmesi için telefonla ulaşmaya çalışıyorlardı; o ise bunu karşısında oturduğu Mustafa Kemal Paşa’dan öğreniyordu. Mustafa Kemal Paşa, generallerin istirahati ve emniyeti sağlansın dedikten sonra 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa’nın yanına gitti; Kurt Kapanı’na en yüksek itirazda bulunan kurmayıyla son bir kez daha itilafa düşmüşlerdi. Çünkü Yakup Şevki Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya, sen haklı çıktın; bu zafer senin azminle kazanıldı diyordu, Mustafa Kemal Paşa ise ona hayır hocam, milletin gayreti ve sizlerin emekleriyle kazanıldı; zafer hepimizindir diyordu.

Türk süvari ve piyade birliklerinin İzmir’e girmesi an meselesiydi. On gün içinde iki yüz elli bin kişilik bir ordu, Mustafa Kemal Paşa ve kurmaylarının yaptığı savaş sanatıyla hemen hemen yok edilip dört yüz kilometre yol almıştı; bu müthiş bir şeydi. İngilizlerin temennisi mütarekeydi, lâkin Anadolu’da tek bir Yunan askeri bile kalmamak üzereyken bu ancak Doğu Trakya ve Edirne için konuşulabilirdi. 9 Eylül 1922 tarihinin kuşluk vaktinde saat 10.00’a doğru İzmir – Kordonboyu’ndan ilk geçenler Fahrettin (Altay) Paşa’nın süvari birliğiydi. Mustafa Kemal Paşa, bir rüya görmüş gibiyim diyordu; İsmet Paşa da katılarak haklısın bu kadar olağanüstü olaylar ancak bir rüyada yaşanabilir diyordu. Matbaalar çılgınlar gibi hiç durmadan baskıya giriyor ama bir türlü yetiştiremiyorlardı çünkü Türk milleti İzmir’e girildiği haberini okumak için kendinden geçmişçesine gazete alıyordu. Yerli işbirlikçiler ise Türk’ün cenazesi bile hepimize yetti diyerek uzanacak İngiliz elini tutmayı bekliyordu. Şimdi Mustafa Kemal Paşa da İzmir’deydi. Kordonboyu’ndan geçerken minnettar halkı selâmlıyordu. Karşıyaka’da konaklayacağı İplikçizade Köşküne geldiğinde içeri geçeceği yerde boylu boyunca bir Yunan bayrağı seriliydi. Karşılayan halk ne olur paşam; siz de onun gibi yapın, Yunan Kralı bu eve bizim bayrağımızı çiğneyerek girmişti diyordu. Mustafa Kemal Paşa, o bir milletin timsalini çiğnemekle hata etmiş; ben o hatayı tekrar edemem diyerek bayrağı yerden kaldırtmıştı.

İzmir’e girilmek üzereyken Bursa’yı da zorlamaya başlayan Türk kuvvetleri Mudanya’ya kadar yürümüştü. Deli Halit Paşa, 11. Düşman Tümenini Mudanya önlerinde sıkıştırıp komutanıyla birlikte esir almıştı. Sıradaki hamle ihtiyatlılığına tam uygun düşecek Yakup Şevki Paşa’yı Çanakkale’ye doğru yürütmekti. İngilizler Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından deruhte edilecek bir mütarekeye zorlanılacaktı. İngiliz hükümetinin içinde bulunduğu durum ibretlikti; altı yıl önce Mustafa Kemal Paşa’nın onlara karşı savunduğu Çanakkale’yi, şimdi ordularından Mustafa Kemal Paşa’ya karşı savunmasını istiyordu. İtilaf Devletleri Adına İstanbul İşgal Orduları Başkomutanı İngiliz General Harington, bir generalini komutayı üstlenmek üzere harekete geçirmişti yalnız yeni bir savaşa sebebiyet vermemek için yazılı emri olmadan Türk tarafına ateş açılmasını istemiyordu. Tam bir sinir savaşıydı. İngiliz hükümeti Britanya Birliğine dâhil bütün devletlerden asker yollanmasını istemeyi düşünüyordu. Yalnız devletler ya asker göndermeyi reddediyor ya da mektupları cevapsız bırakıyorlardı. Tüm dünya basınının İngilizleri savaş tamtamları çalmakla suçladığı bir eşiğe girilmişti. Şu saatten sonra onların işini görebilme ihtimaline kim yeltense zan altında kalacaktı. İngiliz hükümeti kendi ordusuna söz geçiremiyordu. O kabine sıfırı tüketmişti artık. Politikaları birer birer iflas etmişti. Aklı başında hiçbir subay siyaset ve feraset yoksunu bu avamı dinleyerek icraatta bulunmazdı. Nitekim öyle de oldu. Türk kurmayları da maksadın hâsıl olduğunu görerek Çanakkale’ye yürüyüşü durdurmuş ve Mütareke görüşmeleri için yer olarak Mudanya’yı seçtiklerini karşı tarafa iletmişti. Ve Mudanya Ateşkes Antlaşması General Harington ile İsmet Paşa’nın hazır bulunduğu toplantıda imza edilmişti. Masada Yunanistan’ı, dört yıldır Anadolu’yu alma tasarıları için uğraşan Albay Sarıyanis temsil ediyordu; belasını işte böyle bulmuştu.

Böylelikle dünya savaşı da sona ermişti. Öyle ya Türk’ün hukuku ne zaman âli menfaatleri esasınca korunmuşsa hangisi olursa olsun bir savaş ancak o zaman bitebilirdi. İstifa etmek zorunda kalan İngiliz Başbakan Lloyd George’un sözleri tarihteki yerini alıyordu:
“Yüzyıllar, nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakınız ki; o büyük dâhiyi yüzyılımızda Türk milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’i yenemedik.”

Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türk kurmay heyetine ve öğretmenlere verdiği mesajı tarih boyunca unutulmaması gereken cinstendi:
“Hanımlar! Beyler! Bu noktaya kolay gelmedik. Onun için de öğretmenlerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız; uğradığımız felaketin bir daha yaşanmaması için o kara günlerin sebeplerini, nasıl kan ve gözyaşı dökerek kurtulduğumuzu en doğru ve en güzel biçimde anlatacaklardır sanıyorum. Bu vesileyle şehit askeri tazimle yâd edelim. Kurtuluşa emek vermiş asker, sivil; kadın, erkek; şehirli, köylü; genç, yaşlı; herkesi minnetle selâmlıyorum. Ama şunu özel olarak belirtmeden geçemeyeceğim. Dünyanın hiçbir kadını ben vatanımı kurtarmak için Türk kadınından daha fazla çalıştım diyemez. Ama şunu bilelim ki; bugün ulaştığımız nokta hakiki kurtuluş noktası değildir. Hakiki kurtuluşa medenî, çağdaş, ilme fenne insanlığa saygılı, istiklâlinin değerini ve şerefini bilen, hurafelerden arınmış fikri ve vicdanı hür bir cemiyet olduğumuz zaman ancak ulaşabiliriz. Öğretmenler! Ordularımızın, şimdi aramızda bulunan yiğit komutanlarımızın idaresinde kazandığı zafer, sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Hakiki zaferi cehaleti yenerek siz kazanacak ve koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize emanet ediyoruz. Çünkü Kurtuluş Savaşı’nın sebeplerini, anlamını ve nelere mâl olduğunu çok iyi bilen sizlere yürekten güveniyoruz.”

Türk milletinin muzaffer mareşali ve ebedî başkomutanına bâki hürmetle ve selâm ile:

İzmir’in dağlarında çiçekler açar,
Altın güneş orda sırmalar saçar;
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kaçar.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa…
Adın yazılacak mücevher taşa!

İzmir’in dağlarında oturdum kaldım;
Şehit olanları deftere yazdım,
Öksüz yavruları bağrıma bastım.
Kader böyle imiş ey garip ana!
Kanım feda olsun güzel vatana…

Türk oğluyum ben ölmek isterim.
Toprak diken olsa yatağım yerim,
Allah’ından utansın; dönenler geri.
Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa…
Adın yazılacak mücevher taşa!

Bir yanıt yazın