Azamet devirlerimizde sarsılmaz bir üstünlük şuurumuz vardı. Bu üstünlük şuurumuzun zayıflaması ile gerileme ve çöküşümüz başladı. Düşmanlarımızı büyük görmeye ve yabancı milletlere hayran olmaya koyulduk. Böylece aşağılık duygusu meydana geldi. Benliğimizi kaybettik.
O HALDE NE YAPMALIYIZ?
Demek ki önce benliğimizi bulmamız lazım. Sonra üstünlük şuurumuza kavuşmamız…
Bulacağımız benliği nerede arayacağız?
Tabii ki eğitim, kültür siyasetimiz ve sistemimizde… Çünkü büyük devletler emperyal emellerini devam ettirebilmek için milletlere dillerini ve kültürlerini unutturuyorlar. Onlar, hâkimiyetlerini eğitim ve kültür üzerinden yaygınlaştırıyor ve yerleştiriyorlar. Bugün, bu yüzden sömürülen ülkelerin eğitim ve kültür bakanlıkları vesayet altında. Merhum Prof. Dr. Erol Güngör’den aktaralım “ … Askerlik hizmetimi yaptığım sırada, o zaman korgeneral rütbesinde bulunan bir zât, benden şu sualin cevabını istemişti. ‘Benim babam Osmanlı ordusunda binbaşı idi, Cumhuriyet Devri’nde de bana hocalık yaptı. İyi Fransızca bilirdi, çok güzel resim yapardı, çok iyi bir öğretmendi. Arkadaşları da hep kendisi gibi meziyetli insanlardı. Ben, korgeneral rütbesindeyim. Sanattan anlamam, yabancı dil bilmiyorum, Türkçeyi kusursuz bildiğimden de şüpheliyim. Bu, nasıl oluyor?’ (s. 11) Bizim tahsil ocaklarımız gün geçtikçe okuma yazma dâhil hiçbir şey öğretmeyecek duruma gelmektedir. (…) Vaktiyle İktisat Fakültesinde uzun müddet hocalık yapmış olan Alman profesörlerden Alexander Rustow’un sokakta cıvıl cıvıl oynayan çocuklara bakarak şöyle dediği söylenir, ‘Sizin ne fevkalade (!) eğitim sisteminiz var ki şu parlak zekâları on yıl içinde işlemez hale getiriyor.’ Eğitimin gayesi bu zekâları işlemek, onları bilgi ile teçhiz etmektir; bu, okuma yazma öğretmekle olmaz. (s. 17)” (1)
Çok açık ki böyle bir eğitimde düşünme kabiliyeti işlemez duruma düşecektir.
Esasen bu meselenin halli için merhum Güngör’ün rahmetli hocası Prof. Dr. Mümtaz Turhan, çok net teşhis ve tekliflerde bulunmuştu. “ … Ortaya çıkacak sayısız içtimai, iktisadi, fikri meselelerin hallinde rehberlik edecek, çareler arayıp bulacak “birinci sınıf ilim ve ihtisas adamları”na, onları yetiştirecek hakiki “ilim müesseseleri”ne ihtiyaç vardır. (…) Aksine hareket edildiği takdirde elde edilecek netice bazı tavır ve hareketlerle kılık kıyafetin veya fikirlerin taklidinden ibaret olacaktır. (s. 17)”(2)
“ … bugün maarif sistemimizde ilk alametlerine (mesela münevver işsizliği) şahit olduğumuz çok esaslı ve çok derin bir buhranla karşılaşmış bulunuyoruz. … Bugünkü fena neticelerse vakitsiz bir ilk tahsil seferberliğinin neticesidir. (s. 19)”, “ … makineden anlıyor diye nasıl pilot yetiştirmeyi şoförlerin eline bırakmıyorsak, ilim adamını da bu hususta vazıh bir fikri olmayan ve bizzat onu edinmemiş bir insanın yetiştirmesini bekleyemeyiz. (s. 21) İlim ve ihtisasa dayanan maarif meselelerinin kongre ve şûra kararları ile halledilebileceğini zannetmiyorum. (s. 28) Terbiye ve tahsil sistemimizin şekillendirilmesi, şüphesiz her şeyden evvel birinci derecede bir bilgi, bir ilim ve ihtisas işidir. Binaenaleyh ilim zihniyetiyle mücehhez, birinci sınıf ihtisas adamlarına ihtiyaç vardır. (s. 7) (Ön Söz’den)” (3)
Böyle büyük otoritelerden ve bu derece isabetli teşhis ve görüşlerden sonra bu konuyu uzatmama gerek yok. Fakat şunu sormadan bitiremeyeceğim: Çocuklarına ve gençlerine ana dillerini bile öğretemeyen bir eğitimin sistemi, politikası, milliliği olur mu?.. Dilden daha önemli ne var?.. Bu masraflar okuyamayan, yazamayan, düşünemeyen nesiller için mi?..
Üstünlük şuurumuza gelince biz büyük Türk milletiyiz! Büyük işler yapmışız. Dün büyük olan, büyük işler yapan, bugün ve yarın da büyük olabilir; büyük işler yapabilir. Dün gerçek olan, bugün hayal olamaz. İnanırsak üstünüz, inanıyoruz ve ümidimiz var. Anlatalım: Şanlı bir mazimiz var. Tarihe biz yön verdik. Avrupa’da burjuva sınıfının doğması, modern Batı toplumunun teşekkülü bizim esnaf loncalarımızın taklidi ile gerçekleşti. Ceneviz ve Venediklilerin bizim ticaret mallarına uyguladığımız sigortayı Avrupa’ya taşıması ile kapitalizmin temellerinin atılmasına biz âmil olduk. Eski dünyanın tamamında at koşturduk, adalet dağıttık. Abbasiler sarsılırken Sultan Tuğrul Bağdat’ı korudu. Sultan Alparslan Malazgirt’te hâmiliği üzerine aldı. Ani’yi fethettikten sonra Halife Kaim Biemrullah, kendisine “Ebul Feth” unvanını verdi. Ondan sonra kılıç, kalkan, bayraktar hep biz olduk. Hristiyan dünyasına karşı bir set teşkil ettik. İslam sancağını Avrupa ortalarında biz dalgalandırdık. Yaptığımız gaza ve kazandığımız zaferlerle Kuzey Afrika’yı Endülüs gibi yok olmaktan biz kurtardık. Bugün Fas, Tunus, Cezayir ve Libya İspanya veya Portekiz sömürgesi değilse Arap Birliğine üye ise bu, bizimle mümkün oldu. Malik Bin Nebi, bu sebeple “Eğer İslam dünyasının şimalinde Türkler olmasaydı, bugün İslam dünyası da olmazdı. Onlar olmasaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık da kalmazdı.” demiştir.
Sultan Tuğrul, sosyal adaleti sağlamak için Bağdat’ta veraset vergisini kaldırdı. Selçuklu sultanları halka bol bol para dağıttı. Bu sebeple devirlerinde İran’da halk hareketleri, isyanlar hiç görülmedi. Hâlbuki Selçuklulardan önce ve sonra devlete karşı birçok isyan oldu.
Fatih Sultan Mehmet: “Kiliseler açık; dininizde, dilinizde, ticaretinizde serbestsiniz.” dedi. Öldürülmekten korkmakta olan halk, korkuyu üzerinden attı ve rahatladı. İstese “hepsini katledebilecek, dünyanın en büyük gücü” onlara serbestlik tanıdı. Bundan dolayı her ırk, her millet bizimle gönüllü yaşadı. Barış, huzur ve sükûn buldu. Üç kıtada yaptığımız bu tarih, ilgilenen herkeste şaşkınlık meydana getirdi. İşte misali: “Bir gün Alman ve İsviçrelilerle konuşuyor ve yerlilerden (Pamir yerlileri) söz ediyorduk. İçlerinden biri heyecanlanarak şöyle dedi. Ben geçen yıl Afganistan’da bulundum. Pamir’deki insanlar, el işleri ve gelenekler tamamen Afganistan’daki gibi … Kırgızların ve Afganistan’dakilerin aynı soydan olduklarını ve benim yerlilerle Türkçe konuştuğumu öğrendikten sonra donakaldılar. Bunun üzerine bir İsviçreli, Osmanlı İmparatorluğu buraya kadar mı geldi, diye sordu. Doğu Türkistan’ı da anlatınca Avrupalılar iyice şaşkına döndüler. (s. 222)”(4)
Bu şanlı mazi bizim. Merhum Öztuna’nın ifadesiyle o mazi öylesine şanlı idi ki son imparatorluğumuz yıkılırken enkazı bile göz kamaştırıyordu. Telkin ettiği saygı azametli, nüfuzu hâlâ büyüktü. “İmparatorluk siyasi bir varlık olarak tarihe karışırken Yahya Kemal ve Mehmet Âkif gibi şairler, Kemalettin gibi mimarlar, Ziya Gökalp gibi fikir adamları, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Reşat Nuri gibi edipler ve nihayet Milli Mücadele’yi başarı ile yürüten bir asker ve sivil kadro çıkardı. (s. 12)”()
Kaynakça
(1) Prof. Dr. Erol Güngör, Töre Dergisi, sayı 32, Ocak 1974
(2) Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Yağmur Yayınevi, İstanbul, 1972
(3) Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Maarifimizin Ana Davaları ve Bazı Hal Çareleri, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1964
(4) A. Mecit Doğru, Pamir’de Türk Dağcıları, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1987
(5) Prof. Dr. Erol Güngör, Töre Dergisi, Sayı 14, 1972