Kıbrıs muharebelerinden sonra Ordumuzun, gerek âcil gerek uzun vâdeli ihtiyaçlarını karşılamak üzere istenildiği yerde ve zamanda kullanılacak büyük fonlar tesisi gerektiği zaman, bu konuda her zaman kullanılagelmiş olan geleneksel yola başvurulmuştu: halktan yardım ve bağış toplamak. O tarihten bu yana geçen altı yıl zarfında gerek kara, gerek deniz ve hava kuvvetlerine yardım maksadıyla halkımızın ve büyük servet veya sermaye sahiplerinin bağışladığı para ve gayrimenkuller büyük meblâğlara erişmiş bulunuyor. Türk halkı verilen paraların yerine sarfedildiğini gösteren örnekler gördükçe, muhakkak ki, aynı şevk ve azimle yardıma devam edecektir.

Bizim halkımızın yardımseverliği yüzlerce yıldır yabancı müşahitler tarafından da Türk milletinin ayırdedici vasıflarından biri olarak sayıla gelmiştir. Ancak ordu meselesi işin içine girince bu vasfın kemâli ile harekete geçtiği, yani her zamankinden daha kuvvetli bir şekilde kendini gösterdiği ayrıca dikkati çekmektedir. Bin yıldan beri bu topraklarda sürekli haçlı saldırılarına karşı koyarak yaşayan Türk milleti, bu varlığın her şeyden önce ordusunun gücüne borçlu bulunduğunu unutmuş değildir; zaten düşmanları ona bunu unutturmamak için ellerinden geleni her an yapmaktadır.

Ordumuza yapılan yardımlar, muhakkak ki, Türk milletinin yardımseverlik konusundaki genel tavrının hususî bir görüntüsü sayılmalıdır. Eski kaynaklar bizim atalarımızın cömertliği büyük bir fazilet saydıklarını, elindeki serveti insanlara dağıtmanın bir büyüklük alâmeti olduğunu belirtiyorlar. Türkler bu karakterlerini İslâm’a ve onunla birlikte yerleşik medeniyete geçtikten sonra devam ettirmişler, üstelik yeni benimsedikleri ideoloji onları bu konuda teşvik ederek geleneklerini yeni kanallarda devam ettirmiş bulunuyor. Bu safhada Türkler artık yaptıkları yardımı şahsî münasebet çerçevesinden çıkarıyor ve medenî müesseseler hâline getiriyorlar. İşte Selçuklu-Osmanlı medeniyeti için tipik olan ve hemen her şehirde, her kasabada gördüğümüz çeşitli vakıflar, imaretler, darüşşifalar bu duygunun medenî görüntülerinden ibarettir.

Vakıflar, imaretle ve darüşşifalar her şeyden önce belli bir inancın eseri olarak ortaya çıkmış müesseselerdir. İslâmiyette insanların günah ve sevapları onların ölümüyle sona erer; ancak arkasından hayır müessesesi bırakanın sevaplarının o müessese durdukça devam edeceğine inanılır. Ayrıca, kurulan müesseselerden faydalanan insanlar onun kurucusunu daima hayırla anacaklar, bu da onların rahmete kavuşmasına vesile olacaktır. Nitekim biz bugün namaz kıldığımız camilerin, su içtiğimiz çeşmelerin, içinde çalıştığımız kütüphanelerin ilh. banilerinin ruhlarına fâtiha okuyor, onlarıu hep hayırla yâdediyoruz.

Dikkat edilirse bu inancın gerisinde şahsî ibadetlerden daha çok insanlara yapılan hizmetlerin Allah nazarında makbul olduğu fikri vardır. Aslında, farz olan ibadetler birer borç mahiyetinde olduğu için bunların îfâ edilmesi insana ayrıca bir sevap kazandırmaz. Ancak borcun dışında yapılan hayırlı işler insanın Allah katında itibarlı kılar ki, bu hayırlar Allah’ın kullarını yine dinin gösterdiği istikâmette hizmet etmekle kazanılır. İşte vakıf, imaret, darüşşifa ilh. kuran Müslüman atalarımızın bu davranışlarının temelinde bu anlattığımız motif vardır. Vakıf kurmanın hiç şüphesiz iktisadî ve idarî sistemin bazı özellikleri dolayısıyla teşvik edildiği de muhakkaktır. Meselâ devlet yüksek makam sahiplerinin elinde çok büyük servetler toplanmasına bazen göz yumsa bile bu servetin miras yoluyla intikaline imkân vermiyor, böylece servet sahipleri hayatlarında hayır hizmeti yapmayı daha uygun buluyorlardı.

Bu müesseselerin sosyal, psikolojik bakımdan en büyük tesiri sosyal dayanışmayı kuvvetlendirmesidir. Belki bu sistem bâzılarının dediği gibi servet birikiminin ve dolayısıyla kapitalist gelişmeyi engellemiştir, ama insanları kapitalist gelişmenin bütün dehşetlerinden uzak yaşatmayı mümkün kılmıştır. Bugün ideal cemiyet denince hiç kimsenin aç ve açıkta, yalnız kalmadığı bir cemiyet anlaşılmaktadır. Dünyanın en zengin ülkeleri bile henüz kendi insanlarını böyle sosyal güvenlik içine alamamışlardır, ne zaman alacakları da belli değildir. Üstelik zamanımızın sosyal devlet anlayışı beşerî olmaktan ziyâde iktisadî ve sosyal motiflere dayanmaktadır; buralarda insanların sosyal güvenlikeri için alınan tedbirler “mukâveleci cemiyet” modelinin bir uygulamasıdır: Vatandaşlar devlete vergi verirler, devlet de bunun karşılı onlara sosyal güvenlik sağlar. Ayrıca bu güvenlik devlet açısından bir çeşit siyasî güvenlik anlamına da gelir, zîra güvenliksiz cemiyetlerde sosyal patlama ihtimâli her an mevcuttur. Nihayet, bu cemiyetlerde devletin güvenlik tedbirleri dışında özel teşebbüsle meydana getirilen vakıflar ise, hayır hizmetinden ziyâde vergi külfetini azaltma ve sosyal itibar kazanma gibi maksatlar taşımaktadır. İslâm vakıflarının ve hayır müesseselerinin bunlardan en büyük farkı, yapılan işin insanların samimî inançlardan kaynaklanmış olmasıdır. Zengin bir kimse başka yollarla vergiden daha kolay kurtulacağını bilirse, vakıf yapmaz; devlet ise herhangi bir sosyal ve siyasî baskı gelmeyeceği zamanlarda elindeki kudreti başka yollarla harcayabilir. Hâlbuki hiç kimse bu türlü hayır kurumları hakkındaki dinî inançları değiştiremez. Halk zenginlerden hayır işleri yapmasını bekler, zenginler de kendilerinin bu hizmetle mükellef olduğuna inanır.

İslâmda hayır müesseselerinin tarihi ile uğraşanlar bunların hıristiyan dünyasından alınma olup olmadığı üzerinde hararetli münakaşalara girmişleridir. Bir tarihçi titizliğiyle araştırılacak olursa, ilk İslâm vakıflarının bâzı hıristiyan vakıflarıyla benzerliği görülebilir. Fakat hayır müesseselerini sosyolojik bir olay hâlinde ele aldığımız zaman, bu kısmî tarihî benzerliklerin varlığı veya yokluğu herhangi bire değer ifade etmez. Çünkü islâm vakıflarıyla hıristiyanlıkta gördüğümüz benzerleri arasında derin bir fark vardır ve bu fark iki dinin temel oryantasyonundaki farktan kaynaklanmaktadır.

Gerek İslâmiyet gerekse hıristiyanlık insanların yeryüzünde yapacakları bir takım işlere göre kurtuluşa veya ebedî cezaya uğrayacaklarını bildiren birtakım esaslar getirmiştir. Ancak her iki dinin kurtuluş anlayışı ve bunun için gösterdiği vasıtalar birbirinden farklıdır. Hıristiyanlık insanın bedenini daha başlangıçta geri plâna atar ve ruhun kurtuluşu üzerinde durur; ona göre kurtuluş ruhun orijinal günahtan arınması, yâni doğuştan günahkâr olarak dünyaya gelen insanın hep Tanrı ile meşgul olarak ondan bağışlanmayı dilemesidir. Gerçi Tanrı’nın kimin ruhunu kurtaracağını kimse bilemez, ama iyi bir hıristiyanın vazifesi daima bu kurtuluşu dilemektir. Hiç şüphesiz, hıristiyan kurtuluş dilerken bir yandan da dünyada günah işlemekten şiddetle kaçınacaktır. Ancak burada iyi dindar olmanın ayırdedici özelliği iyilik yapmaktan ziyade kötülükten kaçınmaktır. İyiliğe gelince, bu da esas itibari ile kurtuluş fikri etrafında bir mânâ kazanmaktadır: iyilik, ruhun kurtuluşuna yardım edici hizmetlerde bulunmakla olur ki, ruhun kurtuluşu Tanrı ile kul arasında bir iştir; kim hıristiyan kardeşlerinin Tanrı’dan bağış dilemesine yarayan hizmetler yaparsa, o kadar hayır işler. Böylece hıristiyanlıkta hayır işleri ibadet hizmetiyle aynı mânâya gelir olmuş, hıristiyanlar bilhassa kiliselere ve diğer din kuruluşlarına bağış yapmak suretiyle hayırseverlik borçlarını ödeme yoluna gitmişlerdir.

İslâm’da kurtuluş ve iyilik kavramları bundan çok farklıdır. İslâm daha baştan, hıristiyanlıktakinin aksine, ruhla beden arasında bir ayrılık gözetmez; daha doğrusu insanı daima ruh ve beden olarak bir bütün hâlinde ele alır. İnsanda ruh ve beden sadece ölüm sırasında birbirinden ayrılır, ancak kıyamette yine bunlar birleşecektir. Beden özü itibariyle kötü değildir, ruhla devamlı kavga hâlinde değildir. İnsan günahlarını ruh ve beden hâlinde işlediği gibi, sevaplarını da ruh ve beden birlikte işlemektedir. Şu hâlde iyilik de kötülük de sadece ruh için değil, aynı zamanda beden içindir.

Bu anlayışa paralel olarak, İslâmiyet maddî hayat ile manevî hayat arasında ad temelli bir ayrı yapmaz. İslâm’da din hayatı ve dünya hayatı diye birbirinden kopuk, ayrı ayrı mütalâa edilebilen iki hayat yoktur. İnsanlar dünyada her türlü nimeti tadacaklar, hepsinden faydalanacaklar, ancak bunu yaparken Allah’ın kendilerine bildirmiş olduğu ölçü içinde kalacaklardır. Ölçüye uymak nasıl Allah’ın emriyse, O’nun verdiği nimetlerden faydalanmak da yine bir emirdir. Müslüman nefsine eziyet etmez, nefsine zulmetmez sadece kısa süreler içinde nefsine hâkimiyet imtihanından geçer. Bu hâkimiyet imtihanı ile nefsi horlama ve ona eziyet etme arasında hiçbir münasebet yoktur. Zatyen diğer bütün şeyler gibi beden de Allah’ın bir emanetidir, ona iyi bakmak gerekir.

İşte İslâm’da iyilik ve hareket kavramları yukarıdaki anlayışa uygun olarak gelişmiştir. Eğer insanın kurtuluşu (ki bu tâbir İslâmiyete pek uymaz, çünkü İslâm’da “ilk günah” kavramı yoktur; Müslümanlar kendilerinin doğuştan günahkâr olduklarına inanmazlar.) Allah’ın rızasını kazanmakla mümkünse, bunu kazanmanın en iyi yolu Allah’ın emrettiği şeyleri yapmak ve diğer Müslümanların da bunlarını yapmasına yardım etmektir. İbadet bize emredilen şeyler arasında ancak bir kısmını teşkil eder; hatta gerek Kuran da gerek hadisler de belirttiği gibi, bazı işler ibadetten de daha üstündür. O halde başkalarına faydalı olmak (hayır işlemek) onların sadece ibadetlerine yardımcı olmaktan ibaret değildir; dünya hayatının daha pek çok noktalarında hayır işleyerek Allah’ın rızasını kazanmak mümkündür.

Bu iki değişik dünya –ve ahiret- görüşünün esiri olarak, hıristiyanlıkta ve islâmiyette jayır müesseseleri değişik karakterde olmuşlardır. Hıristiyanlar hayır hizmeti olarak din işlerine, Müslümanlar ise hem din hem de dünya işlerine kendilerini vermişlerdir. Müslümanlıkta ruh ve bedeni, dünya ile ahireti daima birlikte ele almanın bir neticesi olmak üzere, vakıf-külliyeleri mükemmel bir hayır müessesesi olarak görüyoruz. Hiç şüphesiz dinî hizmet Müslümanlarda da daima ön plânda gelen vazifelerden biri sayılmış ve hayır sahipleri cami ve mescit yaptırmaya çok önem vermişlerdir. Fakat Müslümanlar hayrın camiden (ibadetten) ibadet olmadığını düşündükleri için, onunla birlikte hemen mektep, çeşme, kütüphane, medrese, darüşşifa ve imarette yapmaya çalışmışlardır. Fâtih, Bayezid, Süleymaniye külliyeleri bu anlayışı aksettiren fevkalâde eserlerdir. Buralarda hem insanların ibadet etmesi, hem ilim öğrenmeleri, hem eğitilmeleri, hem tedâvî görmeleri ve nihayet içlerinde muhtaç durumlarda bulunanların yemek yiyebilmeleri için gerekli tesisler vardır.

Şüphesiz ki özellikle Osmanlı imparatorluğu zamanında en büyük vakıf hizmetleri yüksek seviyedeki devlet görevlileri tarafından yapılıyordu. Bazıları bu yüzden pâdişah ve vezir vakıflarını zaten devlet geliriyle yapıldığını ve normal birer devlet hizmeti sayılması gerektiğini düşünmektedirler. Muhakkak ki, Osmanlı devletinde, devletin iktisadî yapısı dolayısıyla, en yüksek gelir sahipleri genellikle yüksek devlet görevlileriydi ve geniş çapta hayır hizmeti için daha çok onların imkânı vardı. Fakat o çağda şimdiki şekliyle bir devlet hizmeti anlayışı bulunmadığını unutmamalıyız. Pâdişahlar ve vezirler, hanım sultanlar vb. islâmiyetin hayır anlayışına sahip bulunmasalardı bu hizmeti yapmazlardı. Nitekim aynı çağda Avrupa’da da devlet geliri ile şahsî gelir şimdiki mânâsıyla birbirinden ayrı olmadığı hâlde, orada devlet görevlileri şahıslarına ait saray, konak, av kökü gibi binalar yaptırarak veya başka lükslere servetlerini harcıyorlardı. Ayrıca, Osmanlı devlet nizamı kendi adamlarının bu büyük servetleri şahsî gayelerle israf etmelerini önlüyor ve böylece onları dinin gösterdiği yolda âdeta teşvik ediyordu. Yukarıda bir nebze belirttiğimiz gibi, Osmanlı devleti görevlilere ait geliri devlet hizmetinin bir gereği sayıyor ve bu yüzden onların elinde büyük servetlerin birikmesine göz yumuyordu. Ancak bir kimse devlet görevinden azil veya ölüm yoluyla ayrıldığı takdirde artık o servetle hizmet yapması düşünülemeyeceğinden, devlet onun ailesine geçinecek kadar bir miktar bıraktıktan sonra geri kalanının tamamını zaptederdi. Böylece devlet adamlarında şahsî servet biriktirme ve bunu ailesine intikal ettirme hırsı kalmıyor, hayatlarında ne hayır yaparsa o kendilerine kâr kalıyordu, çünkü ailelerine vakıf mütevelliliği yoluyla bir geçim sağlamaları da mümkün oluyordu.

Servet ve hayırla ilgili görüş ve uygulamalar İslâmın kazanç ve servet anlayışının bir parçası sayılmalıdır. İslâmiyet kazancı teşvik eder, servet biriktirmenin de esas itibarıyla aleykinde değildir. Ancak servetin hayırlı işlerde ve hayır işlerinde kullanılması en makbul davranışlardan sayılır. Bir insan ne kadar iktisadî kudret sahibi olursa hayır, yardım ve dolayışla sevap kazanma imkânı da o nispette artacaktır. Hakîkatte Hıristiyan Kilisesi hayır hizmetine zenginleri teşvik etmek, hattâ bizzat yardım hizmetleri yapmak hususunda hareketsiz kalmış değildir. Fakat kilise bu hizmeti fakirlerin iyiliğinden ziyade dinin müessir olması gayesiyle yapıyordu. Fakirlik ortadan kaldırması değil, devam etmesi gereken bir durumdu; öyle ki zenginler bunların varlığını gördükçe kendi hâllerinden dolayı Tanrı’ya daha çok müteşekkir olacaklar ve Tanrı’nın Kilisesine daha çok yardım yapacaklardı. Ayrıca kilise orta çağın en büyük servet sahibi olmak itibariyle hayır işlerini kendi inhisarında tutuyordu;  hayır hizmeti yapacak olanların bu emellerini kilise vasıtasıyla gerçekleştirmeleri daha uygun görülüyordu. O kadar ki, bazı tarihçiler ortaçağ Hıristiyan dünyasındaki sefâletin kilisenin bu tutumu yüzünden bilhassa arttığını söylerler: Pek çok insan kilisenin temin ettiği bir lokma bir hırka ile geçinmiş, kilisenin verdiği dar ufuklu dünya görüşü yüzünden de daha fazlasını istemeyi de düşünmemiştir.

Bugün Avrupa’da ve Amerika’da sosyal güvenlik ve yardım hizmetlerinin büyük ölçüde devlet fonksiyonları arasına girmesi sonunda eski hayır anlayışı ve hayır faaliyetleri de değişik bir mânâ kazanmış bulunuyor. Bu gelişmenin Batı dünyası dışındaki devletleri ve dolayısıyla Türkiye’ye de tesir ettiği bilinmektedir. Ancak bütün devlet faaliyetleri halkın inanç sisteminde ve memleketin sosyal bünyesinde makes bulmak şartıyla kıymet kazanabilir; böyle bir temel olmadığı takdirde her türlü sosyal münasebet piyasadaki ticarî alış-veriş seviyesine inecektir.

KAYNAKÇA
PROF. DR. Erol GÜNGÖR, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 1993 Basım, Sayfa 71

 

Bir yanıt yazın