Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:

Yeryüzünde yer beğen!

Nereye dikilmek istersen,

Söyle, seni oraya dikeyim!”

Arif Nihat ASYA

Bu kutlu yola ilk önce bozkırlarda başladım. Ergenekon’dan çıktım. Demir dağı erittim. Közlerini arkamda şahit bıraktım. Siganfu yakınlarında 40 yiğidin naralarıyla Çin’in içlerine daldım. Vey Irmağı’nın kenarında Kür Şad’ı ve 40 çerisini şehit bıraktım.

Sonra İlteriş Kağan astı beni burçlara. Nice Oğuz Beyleri beni öpüp başına koymadan geçemezdi saltanata. Benim uğrumda yapıldı her şey bu meydanda.

Gün geldi Merv’de, Horasan’da, İsfahan’da parladım. Çift başlı kartalımla Anadolu önlerine dayandım. Türkistan illerinde aşkla dalgalandım. Sultan Alparslan’ın aziz ordusunu gölgemde topladım.

İki ok bir yayla Ahlat’ta, Söğüt’te durak oldum. İlahi Kelimetullah ile âleme nizam verdim. Bizans tekfurlarıyla döğüştüm kurt gibi, kartal gibi. Niyazi Yıldırım’ın şu dizelerinde ete kemiğe büründüm:

“Batıl ikliminde Diyar-ı Rum’un,

Hakk’ın kılıç tutan eli oldular.

Ezanlı Kur’an’lı nağralar salıp,

İslam’ın hamaset dili oldular.”

Sonra surlara dayandım. Kızılelma’ya döndüm yüzümü. Ezanlarla söyledim sözümü. Bıyıklarında tarak duranlar, sürdü beni önlere. “Atmaca Burunlu Türk’ün’’ pençesi oldum, daldım kale içine. Ulubatlı Hasan’ımı burçlarda şehit bıraktım. Konstantinopolis’i “İstanbul” yaptım.

Mehterlerle yürüdüm. Haçlıları korkuya bürüdüm. Güneşi aldım arkama, yürüdüm yeşil zeminde üç hilalle Asya’ya, Avrupa’ya, Afrika’ya…

Bir zamanlar, Türk gölü haline getirdim Akdeniz’i. Turan ellerinde gururlandım, gururlandım. Sonra çırpındı Karadeniz görünce beni ve şöyle haykırdı bana:

“Ayrı düştüm dost elinden

Yıllar var ki çarpar sinem

Vefalı Türk geldi yine

Selam Türk’ün bayrağına.”

Sonra, sonra zamanın çarkı tersine döndü. Umutla umutsuzluk arasında kaldığım nice karanlık günler yaşadım. Kederlendim, üzüldüm; çehrem çatıldı. Nefti karanlığındaki acıyı tatmanın verdiği tarifsiz his her nakışımda zuhur ederken beni yeniden layık olduğum yerlerde yani şairimin tabiriyle “Barışın Güvercini” olarak hüküm sürdüğüm semalarda, eski günlerdeki gibi akından akına ellerde taşınarak, dolu dizgin kıvılcım boşanan nalların ortalığı tarumar edişine şahit olarak yaşadığım günler geldi aklıma ki o günlerde amansız çarpışmada düşmek üzereyken…

Aziz Türk Milleti ve Gazi Mustafa Kemal tuttu beni. “Söndürdüler Kafir’in Meryem Ana mumunu”   Atsız’ın dizelerindeki gibi. Yeniden çektiler göklere beni. Şehitlerin kanıyla boyandım. Kosova’dan, Çanakkale’ye, Dumlupınar’a oralardan da sonsuza kadar ay yıldız oldum. Beraberliğin, kardeşliğin göklerdeki al yansıması oldum.

Lakin bir gün yine çok üzüldüm. Sessiz sessiz hıçkırıklara boğuldum. Ufuklarım karardı, ay yıldızımın ışığı bile söndü sanki. Çünkü beni layık olduğum yerlerde yaşatan o büyük komutan Mustafa Kemal Atatürk, beni Türk gençliğine emanet edip gitmişti. İşte o günden beri her 10 Kasım’da saygıyla eğilirim. Yoksa ne mümkün boyun bükmem, bütün cihan bilir ki Akif’in mısralarıyla yazıldı kaderim yeniden:

“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.”

Evet, Türk Milleti’nin bir parçası olmaktan o kadar mutluyum ki al rengim ve ay yıldızımla keyfimce dalgalanırım hür ufuklarda, bir daha inmemek üzre…

Bir yanıt yazın