Nesil, öyle bir nesil ki… Buram buram; feryat, figan, ıstırap ve isyan var. Bunlar var da ne yazık ki ses yok, nabız yok, yaşamdan bir iz yok, zerrece his yok… Yokluğa sebep sorarlar bulamazlar, ‘’Varsa yoksa elalem, içremdekini diyemem’’. Andaki halin beyanını birkaç kuplede dillendirmek belki tekrar etmek istedik; naçizane, had bilmezce… Bu vesile ile belki ikrar da ettik ama nedendir bu bitmişlik, tükenmişlik halleri; nedendir bedenden ruhu çekilmiş tavra bürünmeler?
Biz ki yekûn alem hücum ederken üzerimize eyvallahı olmayan, haktan gayrısını aramayanların torunları; içinde bulunduğumuz bu vaziyetin gömleğini giymeyi nasıl kabul ederiz? Bize biçilen rolde hak mıdır ki ziyafete iştirak edip aşa kaşık sallayabiliriz? Yetsin gayrı bu ölüm; dirilmeyeceksek andolsun ki bizi gömün! Vallahi ayağa kalkmayacaksak ve ölü toprağını üstümüzden atmayacaksak biz de dayanacak takat yok, mukadderdir o vakit ölüm.
Biz yok iken insanlığın uğradığı zulme ses çıkaran bulunamadı; Bosna harap, Türkistan viran; bilir misin beğim insanlık Kırım’da kırıldı, Telafer ziyan oldu; Türkmen dağı farklı mıydı? Filistin’i yaktılar, Mekke’yi yordular, Afrika’yı vurdular; ya Kıbrıs ezildi büzüldü de biçare Türk aradı, aradı da bulamadı… Ama yetsin gayrı bu hasret vakit vuslat vaktidir. Bozkırda rüzgâr başakları okşarken duyulan ses misali, gün doğarken tepenin ardından renklerin toprağı ısıttığı emsalde, ayın on beşinde denize dokunmasıyla içi hoş eden dalgalar gibi ümit kapıda bekliyor. Ses vermeliyiz, iç ısıtmalıyız, insana dokunmalıyız; biz yapmalıyız ki huzur-u mahşerde ataların yüzüne bakmaya yüzümüz olsun; ses vereceğiz, iç ısıtacağız, insana dokunacağız ve bitmeye ramak kala değil tarih cetvelinden mikron sonra yine yeniden sahnede olacak oyunumuz, bizim yazıp, yönetip; sergilediğimiz oyunumuz…
Başrolde adalet olacak!.. Adalet koşup gelecek edebiyatta dahi tozlu raflarda kaybolmaya yüz tutmuşken. Andolsun ki biz getireceğiz; Cenab-ı Hakkın bize bahşettiği bu nimetten sonuna kadar istifade edip ettireceğiz. ‘Eşitlik, her alanda, her anlamda eşitlik’ nidalarının yükseldiği barış, hürriyet, huzur arayan dünyaya; savaş, esaret ve ıstıraptan gayrısını veremeyenlere bir diyecek sözümüz var. Biz Türk’üz; Hak ile batıl mücadelesinde Hak’tan yana tarafız; eğilmeyiz biz, bükülmeyiz, sindirilmeyiz, esarete de hiç gelmeyiz. Esir eden zalimi de sevmeyiz. Ey Olympos çocukları, ey zihniyet bozukları; biz kin ve nefretinizi gayrı görüyor, çocuktur yapar – bırakalım yapsınlar, bırakalım geçsinler- dememek, müsamaha etmemek üzere diriliyoruz. Biz dirilirken biliyoruz ki sizin rüyanız parçalanacak, yine biliyoruz ki rüyalarınız kâbus olacak, korkularınız hortlayacak. Evet insanları sömürdüğünüz düzeni yer ile yeksan edeceğiz; kötü, çirkin, eğri faaliyetlerinizi bozacağız yerini iyi, güzel ve doğru alacak. Sizin dahi gönlünüz ferah olsun hayat ile memat arasındaki çizgide bize ettiklerinizi unuttuk mu sanırsınız? Hayır, hayır tabii ki unutmadık; hatta hatırladıkça kendimizi bulduk, işte bu buluştur unutmayışta bizi yaşatacak olan. Ne nefret var size ne de kin ama Eminönü’nde hatunların namusuna göz dikmeniz; Van’ da Erzurum’da hamilelerin karınlarını yarıp doğmamış bebeklerinin kanına girmeniz; pis, çamurlu postallarla türbelere girmenizi, sandukaları tekmelemenizi – size adalet ve refah ve umut getirenlere hakaret etmenizi üstüne bu vahşilikler, barbarlıklar, zulümler yetmezmiş gibi savunmasız canları vatanlarından söküp dere boyu doğrarken yorulacak hadde gelme hadsizliğiniz bir uyanış için bir nesil doğurdu. Bu doğum biraz sancılı belki biraz da geç oldu ama oldu.
Ey Olympos Çocukları şimdi zaman bizim lehimizdedir, yükselme sırası bizdedir her an bizde ivmelenmektedir. Nasıl her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı varsa bu tahakkümün, dünyayı hapsettiğiniz bu dikta rejiminin de sonu var. Bizler -öldükten sonra dirileceğine iman edenler- sizden bize musallat ‘gevşeklik, laubalilik, dedikodu, fitne, fesat, terbiyesizlik, birbirini beğenmemek, sır saklayamamak, rastgele laf söylemek’ hastalıklarından arınıp pür-i pak meydana yenmeye, eskiden olduğu gibi TÜRK geleceğiz. Türk gibi değil, Türk’e benzer değil, hazırlıksız ve istatistiki ihtimallerle değil; hak gemisinde, imanlı neferlerle, insanlığa hakettiği; onur, gurur, şeref ve şanla herc-ü merç etme niyetinde yeni ufuklara ulaştırmak samimiyeti ile kaptan köşkünde sefer edeceğiz ve biz avuçlarımızı yaradana açıp zafer isteyeceğiz. Bunun için tüm samimiyetimizle çalışma yoluna girmekten gayrı çare yok. Çalışmak ki disiplin içerisinde ve sistem üzere… Var olan maddi farkları gidermek niyetiyle. Bu farklar ne olmalı ki; İktisadi mi, teknik mi; yoksa diğer sosyal alanlarda mı? Hayır, bunlardan ziyade biraz daha üstte iman noktasında. İman ile maddi hususların ne gibi bir ilişkisi olabilir? İman, bilmek ile kıymetlenir. Bilgi imanı veya imansızı ama hiç şüphe yoktur ki samimiyeti doğurur. Doğru kaynaktan alınan iyi bilgi güzel bir netice ile iman nazarında hiç şüphe yoktur ki bağlılığı perçinleyecektir. Bunun sonucunda da taklidi bir tarafa bırakıp tahkiki imana sıkı sıkıya sarılırız. Tahkiki imandan uzak bir kitlenin bir topluluğun başarısı imkânsız değildir. Bu başarının imkânsız olduğu iddialarına en önde karşı çıkacak olan cephe istatistik bilimidir. Ancak buradan çıkacak başarının ihtimali rakibin kabiliyetsizliği ile doğru orantıda değişim gösterecektir. Yani rakip ne kadar kabiliyetsiz olursa zafer o nispette mümkündür. İmkanları değerlendirirken rakip elbet bir kıymet-i harbiye ifade etmektedir. Bu minvalde mühim olan rakipten ziyade bizim kendimizin yaptığı hazırlık bunu takip eden takdiri ilahidir. Allah’ın takdirini kazanmak için iman, iman edebilmek içinse bilgi gereklidir. Bilgi için irade, irade için istek, istek için görmek gerekir. Görmek bahsi tercih yapabilme, istek uyandırma veya isteksiz bir duruma geçirme konu olduğunda tebliğ etme ile ilişkilidir. Hamdolsun ki, bize tebliğ edildi ve gördük. Biz hak davada istekli olmaktan yana tercih kullandık. Bu isteğimiz doğrultusunda bir irade ortaya koyarak ilimi talip olduk, talebe olduk. Cenab-ı Hakk’ın bahşetmesi ile imana kavuştuk. O vakit emir olunduğu gibi vakit, tebliğ vaktidir. Körlere göz olma, sağırlara kulak ve kalplerin yangınına bir yaz yağmuru ile dokunmanın vakti gelmiştir. Bu vakit ne beş evvel ne üç ahirdedir. Bu vakit andan başka akıl başa geldiği yerdedir.
İman ettiğimiz bu kutlu davayı anlatırken eğilip bükülmeden olduğu gibi dosdoğru aktarmak için önce doğrusunu bilmeli, doğru olanı anlatırken de güzel bir ses ile aktarmalıyız; bizler hata yapma, zaman kaybetme lüksü olmayanlarız. O yüzden hiçbir taktirde eğitimi bırakmamalı, anlatırken çekimser durmamalı, zaman kaybına açık kapı bırakmamalıyız. Bir kantinde masada, eczanede kasada, okullarda sırada nerede olursak olalım kiminle konuşursak konuşalım davanın hak, tavsiyenin zaruri olduğunu unutmayalım sakın ha sakın şüpheye de mahal bırakmayalım. Allah yar ve yardımcımız olsun; Tanrı, Türk’ ü korusun.