(11 Mart 1884- 6 Mart 1920)
MEMLEKETE MEKTUP
Eserleriyle Türk diline, Türk kültürüne, Türk edebiyatına hizmet ederek gönlümüzde taht kuran Ömer Seyfettin’i her mart ayında yeniden anmak, anlamak ve anlatmak; her Türk için millî bir vazîfedir. Diyerek yazıya giriş yapmak, çok iddialı bir giriş gibi görünse de aslında bana göre bu giriş, bir gerçeğin abartısız ifâdesidir. Çünkü şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Ömer Seyfettin, bitip tükenen bir imparatorluğun yıkıntıları arasından hem yeni bir Türk devletinin doğacağına hem de Türkçenin Arapça-Farsça karşısında istiklâline kavuşacağına îman eden ve onu müjdeleyen birkaç vatansever yazardan biridir. Bunun hiç şüphesiz en açık delili de Genç Kalemler dergisinde “?” rumuzuyla yayımlanan “Yeni Lisan” ve Büyük Mecmua’da yayımlanan “Memlekete Mektup” adlı hikâyesidir.
Bu hikâyeye birazdan döneceğiz fakat hikâyeye dönmeden öce bir asker, şâir ve hikâyeci olarak Osmanlı Devleti’nin en sancılı dönemini iliklerine kadar yaşayan Ömer Seyfettin’in 7 Kânûn-ı sani (Ocak) 1918 târihli ruznâmesinden(günlüğünden) bir paragrafa dikkatinizi çekmek istiyorum:
“Evet, İtalya Muhârebesi, Balkan Muhârebesi… Ben Yanya Kalesi’nde esir oldum. Yunanistan’da bir seneden ziyâde esirlik… İstanbul’a gelip kendimi toplayacağım zaman annemin ölümü… Sonra Cihan Harbi… İşte dört senedir bu felâketli harbin buhranı içindeyiz. Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.”
Evet, gördüğünüz gibi aşağı yukarı yüz yıl önceki bir zaman diliminin perdesini hafifçe araladığımızda biz hem Osmanlı Devleti’nin son yıllarına hem de Ömer Seyfettin’in ömrünün son sekiz yılına şâhitlik etmiş oluruz. Bu şâhitlik bize asla uzak kalamayacağımız bir gerçeği hatırlatır: Târih, bugünün öğretmenidir; anlattığı ve anlatmakta olduğu dersi iyi dinlemek yarına daha dikkatli hazırlanmak demektir.
Öyleyse hadi gelin, târihin bize anlattığı bu dersi ruznâmeden aldığımız bu paragrafın çerçevesinde düşünerek, kıyas ederek dinleyelim:
1911-1912 Trablusgarp Savaşı diye de bilinen Osmanlı-İtalyan Savaşı sonrasında Libya’yı, Rodos’u ve On İki Ada’yı İtalyan Kuvvetlerine terk ettik. 1912- 1913 Osmanlı Devleti’nin, Balkan Birliği’ni oluşturan: Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ devletleriyle yaptığı savaşta, Ömer Seyfettin Yanya Kalesi’nde esir düşer. Balkanlar’daki topraklarımız bir bir elimizden çıkar, Arnavutluk bağımsızlığını îlan eder.
1913- Ömer Seyfettin esâretten kurtulur ve 4 Aralık’ta İstanbul’a döner. Bu târihten kısa bir zaman sonra annesi ölür. 1914- İstanbul’da Kabataş Sultânîsi’nde edebiyat öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Bu okuldaki öğretmenliği ömrünün sonuna kadar devam eder. Bu arada Türk Sözü dergisine başyazar olur yani edebiyatla uğraşır. 28 Haziran 1914- Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand, Saraybosna kentine yaptığı ziyârette bir Sırp tarafından öldürülür. Bu hâdise 1.Cihan Harbi’nin başlamasına sebep olur. 28 Temmuz 1914 Avusturya -Macaristan İmparatorluğu’nun Tuna filosu, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı bombalar ve 1. Dünya Savaşı başlar.
“Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi”
1915- Îtilâf Kuvvetleri, başta Fransa, İngiltere olmak üzere birçok devlet, büyük donamalarıyla boğazı geçerek Osmanlı’nın başkentine ulaşmak için Çanakkale’ye saldırırlar… Bir ay süren deniz savaşı 18 Mart 1915’te Türk’ün zaferiyle neticelenir.
Bu arada Ömer Seyfettin Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenir.
11 Temmuz 1915- Çanakkale’de devam eden kara savaşlarında askerlerimize moral vermek ve gördüklerini eserlerinde dile getirmek için aralarında Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Ressam İbrahim Çallı gibi dönemin tanınmış bir grup sanatçısı cepheye giderler.
1916- Ömer Seyfettin’in bir kızı olur. Arkadaşı Aka Gündüz, bebeğe Fâhire Güner adını verir.
1917- İngilizlerin desteğiyle isyan bayrağını açan Şerif Hüseyin ve oğullarının ayaklanması sonucu Hicaz ve Mekke elimizden çıkar. Sina ve Filistin Cephesi çöker. Ömer Seyfettin Yeni Mecmua’da müthiş hikâyeler yayımlar…
5 Eylül 1918- Ömer Seyfettin, karısı Calibe Hanım’dan ayrılır. Büyük sarsıntılar geçirir.
30 Ekim 1918- 1. Dünya Savaşı sona erer, Mondros Mütârekesi imzalanır. Yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45’i geçen her gencini cephelere sürmek zorunda kalan Osmanlı, mağlup îlân edilir. Çanakkale’yi ordularıyla denizden ve karadan geçemeyenler, ellerini kollarını sallayarak Marmara’ya girerler…
2 Kasım 1918- Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve diğer bazı İttihat ve Terakki liderleri İstanbul’u terk eder.
13 Kasım 1918- İstanbul işgal edilmiştir. O gün Mustafa Kemal Paşa öğle saatlerinde Adana’dan trenle İstanbul’a gelir. Haydarpaşa Garı’ndan bindiği ‘Kartal’ istimbotuyla Galata’ya doğru giderken, 55 parçalık işgal donanmasının arasından geçer. Bu geçiş sırasında gördüklerinden etkilen Paşa’nın yâveri Cevad Abbas, daha fazla dayanamayarak ağlamaya başlar. Mustafa Kemal, yâverine dönerek târihe altın harflerle geçen o meşhur sözünü söyler: “Geldikleri gibi giderler!”
Geldikleri gibi gidecek olanlar, ordularımızı dağıtır, silahlarını toplarlar. Sonra da kendi aralarında topraklarımızı taksim edip doğudan batıya, kuzeyden güneye zafer nâraları atarak istedikleri gibi at oynatmaya başlarlar. Onlara eşlik edenler de ne yazık ki kendi tebaamız olan Rumlar ve Ermenilerdir… Gün artık onların günüdür. Asırlardır yapmak istediklerini rahatlıkla gerçekleştirebilecekleri bir ortama sâhiptirler. Bundan böyle Türkler ya köle olacaktır ya da geldikleri coğrafyaya, Türkistan’a geri gideceklerdir.
İşte o buhranlı günlerin birinde Ömer Seyfettin “Memlekete Mektup” adlı hikâyesini yazar. Hikâye Büyük Mecmua’da 13 Mart 1919’da yayımlanır.
Hikâye ya da mektup “Sevgili Celil” diye başlar…
“İşte bir haftadan beri her sabah sana mektup yazmak azmiyle kalkıyorum. Nihâyet bugün kalemi elime aldım. Yattığım yer Meserret Oteli. Karanlık, dar, kirli koridorlarıyla tıpkı bir kurun-u vusta (orta çağ) elem hânesine benziyor. Penceremin altında Babıâli yokuşu… Uzun günler, müşterisiz pinekleyen karşıki kitapçı dükkânlarını seyrediyorum. Civarda yegâne hareket Akşam’la Tercüman’ın çıktığı saat. Bir sürü çocuk, bir ağızdan bağrışarak koşuşuyor. Sonra yine sükûn yine mâtem…”
Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’nın getirdiği felâket Babıali yokuşu üzerinden anlatılır. Ortada ne kitabevleri ne kıraathâneler ne de sohbet meclisleri kalmıştır… Sokaklar çehresini değiştirmiş; insanlar küçülmüş, birçok ev açlıkla, sefâletle boğuşur hâle gelmiştir.
Mektubu yazan kalem, arkadaşı Celil’e “Hukukta okuduğumuz yılların İstanbul’u, on beş sene evvelki İstanbul yok artık.” derken toplumdaki gelir gider dengesizliğini de şöyle açıklar:
“Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muhârebesini bekliyorlar.”
“Köprü âdeta beynelmilel bir meşher (teşhir yeri) … Avrupa’nın, Asya’nın her türlü askerî üniforması göze çarpıyor. En neşeli halk Rumlar… Lâternalarıyla sokakları dolaşıyorlar, hiç durmadan ötüyorlar; gülüyorlar, şarkı söylüyorlar, içiyorlar, nâra atıyorlar. Ben nereye gideceğimi bilemiyorum.”
“…Aklım, fikrim, muhâkemem yerinde değil. Ruhumdan bir zehirli okla vurulmuş gibiyim. Bir hafta içinde kırk yılın husûle getirdiği bir «daüssıla» (memleket hasreti) nöbetiyle kıvranıyorum. Gözümde yalnız evimin beyaz badanalı alçak duvarları, mutfak bacasının sabahları bahçeye düşen kalın gölgesi tütüyor. Kulaklarım, parlak kırmızı horozlarımızın şen nâralarını, şefkatli ineklerimizin, öküzlerimizin böğürmelerini arıyor. Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok.”
“Ufuksuz bir çöl” olarak nitelediği İstanbul’da bulunmaktan zevk almayan hikâye kahramanımız, memleketi Malatya’yı fenâ hâlde özlediğini söyler. Ona göre İstanbul artık “yurt” olmaktan, İstanbul’dakiler de vatandaş olmaktan uzaklaşmıştır âdeta. Hiçbir şey sanki onları etkilememektedir.
“…İstanbul beynelmilel olacakmış. Türkler Konya’ya tehcir (sürgün) edilerek iptidâî (ilkel)bir aşîret şekline konulacakmış. Millî düşmanlarımızın tasavvur ettikleri, gâliplerimize telkinden bir an geri durmadıkları bu korkunç niyetler, bilakis onu güldürüyor.”
Mektup devam ederken önemli bir meseleyi de gündeme taşır: Meşrûtiyeti getiren İttihatçılar da iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım iktidarın gücünü kullanarak zengin olmuş, diğeri ise nâmuslu olma endîşesiyle bu işten uzak kalmış; ama soygunu yapana da karşı çıkmamış. Birinci grup ikincilere “enâyiler” sıfatını uygun görmüşler.
“…Dün Şehzadebaşı’nda bu enâyilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım. Hani adını «labori» takmıştık. Şimdi bir görsen… Sakal bırakmış. Mektepteki kamburu daha ziyâde büyümüş. Sanki elli yaşına girmiş.”
Labori’nin savaş sırasında tüm mal varlığını yitirdiğini; şimdilerde ise zengin bir adama kâtiplik yaptığını öğrenir. Ancak kahramanımızı asıl üzen, Labori’nin Îtilâfçıların hükûmete geçecekleri günü özlemle beklediğini söylemesidir. Bunun sebebi de aşırı derecede zenginleşen İttihatçıların servetine el koyulduğunu görmek istemesidir.
Labori’den ayrıldıktan sonra bir başka arkadaşı Ebulfuruva ile karşılaşır. O da okuldan arkadaşıdır ve İttihatçıların ilk grubunu temsil etmektedir. Türk Milliyetçiliği’ne olan düşmanlığıyla bilinen Ebulfuruva’ya göre vatanı güçsüzleştirenler, milliyetçilerdir; ona göre İslâm’da milliyet yoktur, Türklüğü reddedip milliyetsiz dindar olmak gerekir.
Kahramanımız büyük bir merakla Ebulfuruva’ya sorar:
“Her Müslüman millet, bizim gibi milliyetini, an’anâtını, târihini, İslâmiyet’ten evvelki mâzisini inkâr edecek mi?”
“Her koyun kendi bacağından asılır. Biz Arap’a, Acem’e karışmayız. Buradaki Türkler hiç milliyetlerinden bahsetmemeli! Selâmet ancak bundadır!” cevabını alır.
Bu cevaba karşılık olarak kahramanımız “Cihanın yeni inkılâbından, demokrasiden, demokrasinin sırf milliyet demek olmasından” uzun uzadıya bahsetse de Ebulfuruva’yı iknâ edemez. Çünkü o farklı bir dünyanın hayalini kurmakta, Türkiye’de teokrasi esasları üzerine hâlis bir bedevî hâkimiyeti teşkil ettirmek istemektedir. Gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum; lâkin Ebulfuruva’nın bu hayali sanki her dönemde yeniden dirilir gibi olmakta, onun gibi düşünenlerin sayısı da bir hayli çoğalmakta…
Neyse hikâyemize dönelim:
Yıllar sonra okuldan arkadaşlarıyla karşılaşması hikâye kahramanımızı epeyce yormuş hatta mutsuz etmiştir. Malatya’daki dostuna, “Biz Malatya’da, İstanbul’u, pâyitahtımızı, nasıl tahayyül ederdik! Sakın gelip de görmeğe kalkma. Benim gibi buhran içinde kalırsın.” dedikten sonra içinde bulunduğu garip durumu şöyle anlatır:
“Bir idealistin ilk vasfı meyus(ümitsiz) olmamaktır. Hâlbuki ben bu saat meyusum. Bir haftadır kendimi öldürmeyi düşünüyorum… Sonra yine düşünüyorum. Biz Türkler târihte ne kadar felâketler geçirmişiz. Devletimiz hükümdarsız, hükûmetsiz kalmış. Kardeşler birbirlerine düşman olmuşlar. Fakat nihâyet, yine toplanmışız. Yine ölmemişiz. Saâdetin de felâketin de geçici şeyler olduğunu hatırlamak insana biraz teselli veriyor.”
Bu teselliyle mektubunu bitirirken kahramanımız yani yazar Ömer Seyfettin hem arkadaşı Celil’e hem de Türk Milleti’ne büyük bir kurtuluş müjdesi vermeyi de ihmal etmez.
“Evet Celilciğim,
Nihâyetsiz elemlerimiz, dayanılmaz sefâletlerimiz var. Fakat bizim bir ruhumuz var ki ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki «öldü, öldü» sanılır da yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar. Türkleri, komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin «dini bir, dili bir» kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar.”
Fakat o günlerde İstanbul’da, İstanbul’dakilerin bilmediklerini ya da anlayamadıklarını bilen, anlayan biri vardı ki o biri, Ömer Seyfettin’in bu hikâyesi yayımlandıktan 66 gün sonra 16 Mayıs 1919’da Millî Mücâdelemizi başlatmak üzere Samsun’a doğru yola çıkar. Bandırma Vapuru Karadeniz’in hırçın dalgalarını yara yara ilerlerken kim bilir, belki de Gazi Mustafa Kemal, memlekete yazılan bu mektubu okuyordu…
Son Sadrâzam Dâmat Ferit ise İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe’a şöyle diyordu: “Pâdişahımızın ve benim yegâne ümidimiz, Allah’tan sonra İngiltere’dir.”
Şimdilerde hikâyelerini zevkle okuduğumuz bir yazarımız ise 1920’nin Şubat’ında Alemdar gazetesinde şunları yazıyordu:
“Anadolu’da bir patırtı bir gürültü, kongreler, beyannâmeler filân… Sanki bir şey yapabilecekler… Blöf yapmanın sırası mı şimdi? Hangi teşkîlâtın, ne gücün var? Bu ne hayal! Kuzum Mustafa, sen deli misin?” İmza Refik Halit Karay
Evet, Mustafa Kemaller, biraz deliydiler, hırçındılar, çılgındılar; pes etmediler, boyun eğmediler, yeni yepyeni bir devlet kurdular! Kurulmasına hizmet ettiler… Fakat ne yazık ki bu devletin kurulacağını çok önceden keşfeden ve bunu da ‘Memlekete Mektup’ hikâyesinde müjdeleyen Ömer Seyfettin’e bu güzel eseri görmek nasip olmadı.
Kıymetini bilelim…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.