Bâzı meseleler vardır. Bu meselelerin kitabî ezber bilgilere, sözlüklerdeki karşılığına, ansiklopedilere sığdırılmış mukallit çalışmalara hapsedilerek açıklanması idrâki zayıflatır, zihnin kâbiliyetlerini yok eder. Bu türden bir çıkmazda yönümüzü kaybetmemek için bu meselelerin, anahtar mefhumlarını mercek altına almak lâzımdır. Bu inceleme, mücerret netîceleri anlamlandırabildiği müddetçe insanlığa katkı sağlar.
Devlet felsefelerinin idrâki insanlığın idrâkidir. İş bu sebepten insanlığa katkı sağlamanın en temel yolu, devletin felsefesini anlamaktır. Peki, bu anlamlandırma nasıl olmalıdır?
Esâsında devlet üzerinden genel bir çıkarımda bulunmak oldukça güçtür, her milletin devlet mefhumuna yüklediği bir anlam vardır ve bunlar farklılık gösterir. Mefhumlara yüklenen bu anlam dâhilinde felsefe şekillenir. Şüphesiz Türklerin devlet mefhumuna yükledikleri anlamı bu sayfalara sığdırmak mümkün değildir. Çünkü Türk’ün devlet anlayışı içerisinde Türk’ün dünyâya bakışı vardır, bu bakış bir nevi kendi rûhunu katma çabasıdır. Türk Devleti’ni anlamak, Türk rûhunu anlamaktır.
Nevzat Kösoğlu, “İnsan ve Devlet” makâlesinde devleti bir kültür kurumu olarak nitelendirir. Kültür kurumları, insanın tabiatla karşılaşmasından doğar. Bu karşılaşma insanın varlık anlayışıyla biçimlenir yâni bir nevi bu karşılaşmadan doğan kurumlar insan nispetinde anlam kazanır. Bu sebepten devletin ortaya çıktığı âna bağlı kalarak gâyesini ve unsurlarını tespit etmek, felsefesini idrak için sığ bir zemin oluşturur. Yâni devleti, insanı merkeze almadan değerlendirmek yanlış tespitlere gebe kalmaktır. Meselâ devleti mülkiyet üzerinden konumlandırmak, insanı istismar eder. Devlet, insanın gâyesi ölçüsünde anlam kazanır.
Biz de bu şuurla Türk Devleti’ni, kronolojik sıralamalara gark edilmiş olaylar silsilesinden kurtararak insan nispetinde anlamlandırma gayretinde olacağız.
***
Türk devlet felsefesinin membaı, Türk töresidir. Töre, Türk milletinin; içtimâî nizâmının, hukuk kurallarının, kültürünün, ahlâkının, sanatının, fikrinin hülâsa varlığının zaman ve mekânları kıran muazzam bir yansımasıdır.
Türk milletinin içtimâî nizâmı, cemiyetin temeline âileyi koymasından gelir. İbrahim Kafesoğlu’nun aslına en yakın Türk kültürü olarak nitelendirdiği Türk bozkır kültürünün en önemli ürünü olan Orhun Âbideleri’nde cemiyet, “oğuş (âile) – urug (âileler birliği) – bod (boy, kabîle, bir siyâsî teşkilata bağlı) – bodun (boylar birliği, müstakil) – il (devlet)” olarak yer almıştır.
Türk milletinin cemiyet yapısını, diğer milletlerin cemiyet yapısıyla mukâyese etmek târihteki bütünlüğü sağlamak açısından kıymetlidir. Bugün âileyi yıkmak üzere bizlere cephe almış muhtelif ideolojilerin sırtını yasladığı, Roma ve Yunan geleneğinde âile reisi, bir mülk olarak addettiği âile efrâdı üzerinde kesin bir söz hakkına sâhiptir. Türk devlet geleneğinin temeli olan âilede ise evlatlar, mülk mâhiyetinde görülmez ve dâima söz hakkına sâhiptir. Türk milletinin ataerkil mi anaerkil mi olduğu tartışmasına girmeden “baba” motifi üzerinde durmakta fayda vardır. İbrahim Kafesoğlu’nun “Türk Millî Kültürü” eserinde geçtiği üzere “…Türk âile sisteminin esasları eski Türk siyâsî, sosyal hemen bütün kuruluşlarına ve fertlerin davranışlarına yansımıştır… Eski Türk cemiyetindeki husûsî mülkiyette, ferdî hukukta, hürriyet ve istiklâl tutkunluğunda, insanları himâyeye yönelik sosyal davranışlarda, adâlet, dînî tolerans anlayışlarında ve bütün bu saydıklarımızı gerçekleştirmek ve korumakla görevli olan devletin “Baba” telakkî edilmesinde Türk âilesinin ana, baba, evlat münâsebetlerinde temellenen prensiplerini görmek mümkündür…”
Orhun Âbideleri’nde Türk içtimâî bünyesini anlatan zincirin son halkasında, devletin karşılığı olarak verdiğimiz “il” mefhumuna da ayrıca değinmek gerekir. Kaşgarlı Mahmud’un dîvânında “barış” olarak kullandığı bu mefhum, Türk düşünce hayâtında ve kültürel kodlarımızda devlet ile barışı özdeşleştirdiğimizin göstergesidir. Ziya Gökalp, “il”i biraz daha uhrevî bir biçimde tasavvur etmiş ve sulh dînini, il dîni olarak zikretmiştir.
Devleti âdeta bir sulh tesis aracı olarak gören Türk devlet felsefesinde dünya nizâmının en üst merhalesi, Türk cihân hâkimiyetidir. Türk cihân hâkimiyeti mefkûresi, Türk milletinin yaratılışıyla ortaya çıkmıştır. Yazımızın başında Türklerin kâinatı anlamlandırma çabasından söz ettiğimize göre Türklerin yaratılış safhasını irdelerken, destanlar üzerinden kâinata kattığımız anlamı okumak yerinde olacaktır.
Bahaeddin Ögel, Türklerin mitolojik çağındaki devlet anlayışının sonraki dönemlerde dahi ağırlığını ve tesirini koruduğunu ifâde etmiştir. Bu şüphesiz ki Türk devlet anlayışındaki süreklilik ve tekâmüle açıklık kadar Türk mitolojik öğelerinin de asırlar sonrasında dahi Türk milletinin vicdânına ve zihnine hitap etmesiyle ilgilidir.
Oğuznâme’yi esas alarak, Türk devlet felsefesinin cihân hâkimiyeti bağlamında tasvirini Oğuz Kağan üzerinde inşâ ettiğimizde, ilâveten “kut” mefhumuna da değinmek gerekecektir. Türk milletinin ilk başbuğu Oğuz Kağan’ın ilâhî yönü, egemenliğin Tanrı’dan alındığına delâlettir ancak bu hükümdârın tanrı adına hükmederek mutlak bir iktidar sâhip olacağı anlamına gelmemektedir. Mehmet Niyazi’nin de ifâde ettiği üzere, “…başka milletlerin kültürlerinde de görülen ilâhî kaynaklı hâkimiyet telakkîlerinde, Türklerin hâkimiyet anlayışlarından farklı bir husus vardır… ‘Türklerde’ hâkimiyetin ilâhî kaynaklı olduğu kabul edilmekle birlikte hâkanlara herhangi bir sûrette ulûhiyet atfedilmemiştir…”
Bu ilahî anlamlandırma, Orhun Âbideleri’nde de mevcuttur. “…Ben Tanrı’ya benzer, gökte doğmuş, Türk Bilge Kağan, tahta oturdum… Tanrı irâde ettiği, kutum olduğu için tahta oturdum…” Bu sözün lâfzî mâhiyetine bakarak Bilge Kağan’ın gökte doğmuş olduğu inancının kabul gördüğünü iddia etmek doğru değildir. Çünkü bu âbidelerde kağanların da birer “kişioğlu” olduğu sıklıkla vurgulanmıştır. O hâlde gökte doğmaktan kasıt, kut bulmak olmalıdır.
Kut, bir nevi insanı beşerlikten kurtarır; mesûliyet, gâye ve hizmet sacayağında tanrıya yaklaştırır. Hükümdar muhakkak ki kut sâhibi olmalıdır. Çünkü cihâna nizam getirmek için kişinin evvela kendine nizam getirmesi gerekir. İşte kut, kendine nizam getirmenin hâlidir. Zulüm, istismar, ahlâksızlık ve sömürü ancak kut kazanmış bir hükümdârın cihâna hâkim olmasıyla sona erecektir. Kut, hizmet aşkıyla tanrı rızâsını kazanmaktır. Kutun yalnızca hükümdarlara has olduğu da söylenmemelidir. Çünkü kendini bilme hâli diye nitelendirdiğimiz tanrıya yaklaşma durumu, her insana açıktır. Kut inancı, İslâmiyet’in kabulünden sonra da süregelmiştir. “Kendini bilen Rabb’ini bilir” anlayışı kut inancının hülâsasıdır. Kendini bilmenin yanı sıra İslâm’da idârecinin mesûliyeti de bu inanç dâhilindedir. Seyit Ahmet Arvasi’nin tâbiriyle idârecilik, bir hırs ve menfaat konusu değil çile ve ıstırap meselesidir. Galip Erdem’in ülkücüler üzerinden tasvir ettiği üzere bu çile, hakîkî bir aşkla seven sevgilinin çektiği çiledir. Bu anlamda diyebiliriz ki ülkücü, kut bulmuş kişidir. Kut öylesine kuvvetli bir inançtır ki kişiyi şehâdete susatır, âdeta en müthiş silâh hâline getirir. Cihâna sığmayacak bir kudret verir ve kişi bu kudreti harekete dökerek “Cihân Hâkimiyeti Mefkûresine” hizmet eder. Görüldüğü üzere dimağları uyuşturarak basit bir hegemonya inşâ etmez. Çünkü nice büyük mefkûrelerin pâyitahtıdır. Uyuşukluğun, sığlığın, suikast düzenlenmiş mefhumlarının kıraza uğrattığı bir zihinden, büyük mefkûrelerin doğması mümkün değildir. Ancak târihin, sanatın, medeniyet tasavvurunun ve fikrî temâyülün aydınlattığı bir zihin, vicdâna uzanan hakîkât köprüleri kuracak ve böylelikle kendini anlamlandırma çabası sarf edecektir. İşte bu çabanın müspet neticesi kişinin kendine nizam vermesidir.
Yukarıda Türk devlet felsefesini insan merkezli değerlendirmiş ve temelinin Türk töresi olduğunu ifâde etmiştik. O hâlde kişinin kendine nizam vermesi olan kut inancını, devletin kendine nizam verdiği töre inancıyla bağdaştırarak “kut, töreye uymakla kazanılır” dememizde mahsur yoktur. Kut doğuşla değil hizmetle gelir.
Sait Başer, “Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre” kitabında töreyi akıl ve irfanla birlikte ele almaktadır. Akıl ve irfan, kuttan doğar yâni kutun iki kanadını teşkil eder. Kut kazanmış kişi, akıl ve irfan sâhibi kişidir. O hâlde özetle denilebilir ki kişi töreye uyarak kut kazanır, irfan sâhibi olur. Ârif kişi de töre koyma kâbiliyetine sâhip olmalıdır. Töreden töreye uzanan bu döngü, Türk cemiyet hayâtının özeti mâhiyetindedir. Buradan da anlaşıldığı üzere ilâhi bir dayanağı olan kut inancının ilmî bir mâhiyeti de bulunmaktadır. Türklerde inanç ve irfan hiçbir sûrette diyalektik bir kavgaya dönüşmemiştir. Tanrı’ya en yakın kişi, irfan sâhibi kişidir. İlâveten belirtmek gerekir ki kuru cümlelere, basitleştirilmiş formüllere ezber kuvvetince hamallık yapmak, irfan sâhibi olmak değildir.
Osman Turan’ın ifâde ettiği gibi: “Türklerin sınıfsız bir yapıda, tebaaları arasında din ve millet ayrımı yapmayan bir şuura sâhip olması, kut kuşağını cihâna bağlamak gâyesinden doğmuştur.”
Halil İnalcık’ın tespiti, törenin her türlü otoritenin üstünde olduğu yönündedir. Töreden doğan Türk irfânı, cihâna kut kuşağı bağlayarak nizam getirme ülküsünü devlet felsefesine aktarmıştır. Görüldüğü üzere töreye ebediyet bahşeden ve hareket sahasına taşıyan irfandır. Akıl ve irfânı bu denli ilâhi bir tasavvura dayandırmışken, Türk devlet felsefesindeki bilgi teorisini de incelemek gerekir.
Orhun Âbideleri’nde bilgi devlete bağlılıkla özdeşleştirilmiştir. Bu bağlamda Bahaeddin Ögel, Göktürkler dönemindeki bilgisiz kişiyi “devlete bağlılığın ne olduğunu bilmeyen kişi” olarak târif etmiştir.
Uygurlar döneminde bilgiye verilen kıymeti de bir şiir üzerinden pekiştirmek mümkündür: “…biligsizning yanınga altun koysa(n) taş bolur!”
Türklerdeki bilgi felsefesini yalnızca yazılı kaynaklara bağlı kalarak yorumlamak doğru değildir. Meselâ Hunlarda bilgi; devlet geleneğine, töreye, atasözlerine ve millî tecrübeye dayanan bir mâhiyettedir. Ancak elbette ki Türk bilgi felsefesini incelerken Orhun Âbideleri’ni, Kutadgu Bilig’i, Dede Korkut hikâyelerini merkeze almak daha sağlıklı tespitlerde bulunmamızı sağlayacaktır.
Türk hükümdarlarının vazgeçilmez iki özelliği, alplik ve bilgeliktir. İslâmiyet sonrasında bu iki özellik alperenlik olarak vuzûha kavuşmuştur. Nevzat Kösoğlu, Türk medeniyetinin kitap medeniyeti olduğunu söyler. Onun bu çıkarımı kitabın merkezine Kur’an-ı Kerim’i koymasından tevellüt etmiştir. Ancak şüphesiz ki kitap şuuruyla İslâmiyet öncesi Türk devrini anlamlandırmamızın önünde hiçbir engel yoktur. Tekkelerinde dervişler yetişmiş Balkanların, cehle ve tefrikaya müsâade etmemiş Anadolu irfânının, Türkistan bozkırlarında kurulmuş çadırlarda nesillerden nesillere aktarılmış közün, başkentinde iki Başbuğ’unun ebedî istirahatgâhını bulunduran bir medeniyetin sürekliliği bilgi felsefesinde gizlidir.
Esasında devlet felsefemizdeki bilgelik meselesine dâir en güzel yorumu yine Bahaeddin Ögel yapmıştır: “Türklerde bilgelik, devlet bayrağının üzerinde duran bir sembol gibidir.”
Akıl ve irfanla, bilgi teorisiyle bu denli özdeşleştirdiğimiz kutun sınırlandırılmaması yâhut kaybedilmemesi için gerekli olan hâllere de göz atmak gerekir.
Türk devletlerinde hükümdar, töreye uyduğu müddetçe kut kazandığından müstebit ve insafsız olamaz. Türk devlet yönetiminde istişâre, İslâmiyet sonrası için “halka hizmet Hakk’a hizmettir” şuuru ve öncesinde halkını düşünme hâli, denetlenme vazgeçilmez hususlardandır.
Oğuzların Kengeş’i, Mete’nin Kurultay’ı Türk istişâre geleneğinin meşhur örneklerindendir. Devlet-millet bütünleşmesi, hükümdârın halka hizmet anlayışı ise Türk devlet felsefesinin mihenk taşını oluşturur. Hatta mukâyese îtibâriyle Türk Devleti’ni diğer devletlerden ayıran rûhun mihmandarıdır. Adâlet de ilim de kültürel müesseseler de halka hizmet anlayışının bir ürünüdür.
Bahaeddin Ögel’in Türklerde Devlet Anlayışı adlı eserinde yaptığı muhâkemeyi burada belirtmemiz faydalı olacaktır: “…(Moğol) Çingiz Han imparator olduğunda bütün dünya milletleri Çingiz Han’ın köleleriymiş gibi görüldü. Emevi Devleti’nde Araplar dışındaki herkes mevâlî yâni köleydi… Göktürk yazıtlarında ise hakan, Tanrı buyruğuna göre hizmet ve adâletini bütün insanoğlu arasında paylaştırmak zorunda idi…” Bu hâlde insanı köle addeden ve kendi varlığını anlamlandırmak için farklı milletleri anlamsızlaştırma metodu izleyen, sömürgecilik faâliyetleri hiçbir sûrette bir hâkimiyet mefkûresi hâline gelemez, bir mefkûrede esas olan kendi nispetince cihânı anlamlandırmaktır. Bu sebepten Türk’ü Türk yapan, cihân hâkimiyeti mefkûresidir demek yanlış olmayacaktır. Türk kimdir? Sorusunun cevabı da burada gizlidir. Türk, mefkûresi olandır.
Kölelik müessesinin Türklerde alışılagelmiş sistemlerden farklı olması, halka hizmet felsefesinin bir neticesidir. İslâmiyet’e girdikten sonra dahi Türkler, kölelerine hür insan muâmelesi yapmıştır. Dündar Taşer’in de yönelttiği bir soru vardır ki bunun üzerine düşünmek çok faydalıdır: “Amerikan toplumunun en önemli problemlerinden biri köleliktir. Federal devletçe onların eşitliği için çıkarılan bütün kânunlar toplumdaki gelenekle çatıştığından uygulanamaz. İslâm dünyasında da Türklerden evvel bâzı zenci ve köle hareketleri görülmüştür. Meselâ Abbasiler devrinde yirmi sene kadar süren Zenci Savaşları böyledir. Oysa Türk hâkimiyetinden sonra böyle bir şey görülmüyor. Sebebi nedir?”
Bu konu dâhilinde incelenmesi gereken bir diğer mevzu, Osmanlı döneminde karşımıza çıkan devşirmeliktir. Ancak yazı bütünlüğünün sağlanması açısından bunu sonra ele alacağız.
Devlet felsefesine göre halkın korunması meselesine tekrar dönecek olursak, bu kapsam dâhilinde hükümdârın âdîl davranmak, hizmet etmek gibi hususları bir lütuf yâhut ödül mâhiyetinde değerlendiremeyeceğini fark ederiz. Halk, meşru olmayan, insafsız, devlet şuurundan bîhaber hükümdârı tutmaz. Halkı tarafından tutulmayan bir hükümdârın bu vazîfeye devam edebilmesi mümkün değildir. Meselâ gücünün ve zenginliğinin kibrine kapılan Batı Göktürk Kağanı Tung Yabgu, halkının nefretine mâruz kalmıştır. Yabgu’dan nefret eden Karluklar büyük bir isyan başlatmış ve 628 yılında kağan öldürülmüştür. Şüphe yok ki bu vazîfeye devam edememe durumu, yalnızca öldürülmek yâhut azledilmek üzerine konumlandırılmamalıdır. Halk tarafından tutulmamak, kutu kaybetmek yâni nizâmı yitirmektir. Nizâmını yitirmiş bir memleketin hiçbir sahada başarılı olması beklenemez.
Hükümdar seçiminde dahi esas olan halkın saâdeti ve refahıdır. Bu anlayış, Türk devlet felsefesinin esas meselelerindedir ve asırlarca kendini korumuştur. M.Ö. 53 yılında Kurultay’da taht kavgalarının milleti ve devleti ikiye bölemeyeceği konuşulduğunda kardeş katlini vâcip kılan Fâtih, henüz doğmamıştı.
Devlet-millet bütünleşmesi için mühim olan bir diğer nokta millî gururdur. M.Ö. 167 yılında milleti aleyhine konuşan Çin elçisine “gevezelik etme” diyen Hun hükümdârıyla, yumruk makinesini Türk kafası olarak tanıtan Fransız yetkiliye “Türk kafası değil, Avrupalı kafası” diyen Sultan Abdülaziz’in yâveri Halil Paşa, aynı geleneğin birer evlâdı olarak Türk milletinin gururunu düşünüyordu. İşte bu gelenek, Türk devlet geleneğidir.
Devlet ile millet bütünleşmesinin bir diğer önemli örneği, Orhun Âbideleri’nde geçen şekliyle “begleri budunu tüzsüz üçün” Göktürk Devleti’nin çökmesidir. Yâni halk ile beylerin uyuşamamaları Göktürkleri parçalamıştır. Benzer ahval Tanzîmat sonrası Osmanlı’da da görülür, bugün dahi halkla bütünleşemeyen ’beyler’ millî sancılarımızın müsebbibidir. Bu konuya da devşirme müessesi gibi daha sonra değineceğiz.
Hizmet şuurunun sürekliliği bahsinde destanlardan da örnek vermek mümkündür. Orhun Âbideleri’nde “aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim” diyen Bilge Kağan’ın hizmet şuuruna Manas Destanı’nda da rastlanır. Manas Han şöyle der: “yoksulları boy ettim, çıplakları giydirdim, açları yedirdim.”
İslâmiyet sonrasında da “insanların en hayırlısı, insanlara hizmet edendir.” Hadis-i şerifiyle hareket eden Türk hükümdarları bu hizmet şuurunun sürekliliğini sağlamıştır.
Türk hükümdârına “memlekette birisi gece aç kalırsa onun hesabını Tanrı sana soracaktır” diye seslenen Yusuf Has Hacip, “eylemek mahz-ı safadır bana nâsa hizmet” diyen 3. Selim, Hakim’ül Haremeyn’i, Hadim’ül Haremeyn yapan Yavuz Türk devlet felsefesinin yetiştirdiği büyük şahsiyetlerdendir.
Bu büyük şahsiyetlerin beşiği olan ve her eşiğine kut, mesûliyet, töre, ahlâk, nizam gibi birbirinden ayrılmaz mefhumları besmele gibi işleyen Türk medeniyetinin, kaht-ı ricâl bataklığında nasıl kan kaybettiğini, devşirmelik ve kölelik müessesi dâhilinde bir sonraki yazıda ele alacağız.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.