Türk tarihinin son 250 yılı bizim için büyük kayıplar, mağlubiyetler ve acılara sahne olmuştur. Kurduğumuz devletler birer birer yıkılmış, Türk tarihinin gördüğü en muktedir devlet olan Osmanlı iflas etmiş ve sahip olduğumuz özgüven kaybolmuştur. Bunun nedenleri üzerine yıllardan beri araştırma yapmakta, tartışmakta fakat somut adımlar atamamaktayız. Sonuçta bu çöküşün nedenini ve yeniden ayağa kalkmanın yolunu ararken hep kültür ve medeniyet kavramlarını konuşmaktayız. Türk düşünce tarihinin son 250 yılı bu kavramlar üzerinden seyretmiştir. İşin sonunda birkaç birbiriyle bağlantılı tartışma zihnimizi hep kurcalamıştır. Türk kültürü iflas mı etti? Gelişmek için ihtiyacımız olan kültür mü medeniyet mi? Kültürümüzü terk etmeli ve Batı kültürlerine mi geçiş yapmalıyız? Kendi medeniyetimizden vazgeçip Batı medeniyetine mi dahil olmalıyız?

Türk milliyetçiliğinin ideolojik olarak 200 yıllık tekamülünün sonucunda bu sorulara bazı cevaplar vermiştir. Ziya Gökalp, Türk’ün kendi medeniyetinin var olduğunu ve bunu diriltmek için kültüre sarılmamız gerektiğini söylemiş fakat ilerleyen süreçte kültür ve medeniyetin ayrı şeyler olduğunu, kendi kültürümüzü koruyarak Batı medeniyetine girip ondan faydalanmamız gerektiğini savunmuştur. Ardından gelenler de benzer düşüncede olmuşlar ve kültürün kesinlikle muhafaza edilmesini söylemişlerdir ancak medeniyet konusunda tartışmalar devam etmiştir. Yavaş yavaş medeniyet ve kültürün birbirinden ayrılamayacağı fikri yerleşmiş, Batı medeniyetine girmenin Türk kültürünü olumlu veya olumsuz ancak kesin olarak etkileyeceği anlaşılmıştır. Burada olumsuz etkinin ağır bastığı da yaygın kanıdır. Türk milliyetçisi aydınlar medeniyet meselesinde son kertede yeniden Türk-İslam medeniyeti var etme fikrine daha yakın olmuşlardır. Tartışmalar ise halen devam etmektedir. Ülkücü hareket de bu fikirle birlikte bir medeniyet davası oluşturmuştur. Buna göre Türk milleti yeniden asli görevini yerine getirmek için bir medeniyet var edecekti.

Peki medeniyet ne işimize yarıyor, tam olarak milletlere ne katıyor? İşte bu yazı serimizin ana konusu bu olacaktır.

Bakış Açımız

Bildiğimiz kadarıyla Dünya 4.55 milyar yıl önce oluşmuştur. Hücre sistemli canlıların varlığı ise yaşama elverişli bir Dünya’nın var olmasından 600 milyon yıl sonrasına dayanmakta, insan ise bundan 4 milyar yıl kadar sonra görülmeye başlamıştır. Günümüzden yaklaşık 2 buçuk milyon yıl önce Taş Devri dediğimiz dönem başladı ve M.Ö. 5500 yılına kadar devam etti. 500 yıl sonra ise yazı bulundu, yani günümüzden yaklaşık 6000 bin yıl önce. İşte tarihî çağlar dediğimiz dönem de böyle başladı. Yani coğrafya kitapları milyarları konuşurken tarih kitapları milyonlarla girizgâh yapar, binlerle muhatap olur. Şimdi bir A4 kâğıdını yatay tutup soldan sağa doğru bir çizgi çizelim. En sola dünyanın oluştuğu zaman, en sağa ise günümüz yazalım. Araları ise yukarıda bahsettiğimiz olayların yıllarına orantılı olacak şekilde dolduralım. Bizim tarih diye okuduğumuz şey kâğıdın üzerinde belli belirsiz kalıyor değil mi?

Türklerin ataları aşağı yukarı yazının bulunduğu dönemlerde bugün Türkistan dediğimiz bölgede ve onun kuzey doğusunda yaşamaktaydı. Yıl M.Ö. 4 bin. Mete Han 3800 yıl sonra Hun tahtına oturdu ve tüm Türk boylarını birleştirdi. 900 yıl sonra ise Türk tarihçiliğinin dönüm noktalarından olan sözler taşlara oyuldu. 200 yıla kalmadan İslamiyet’le tanıştık; günümüzden 1000 yıl önce Selçuklular, hemen arkasından Osmanlılar Türk tarihine yön verdi. Bu dönemlerde ve sonrasında 800 yıl kadar dünyanın en büyük gücü olarak yaşadık. Derken yavaş yavaş güçten düştük ve yok olma tehlikesi bile geçirdik. Sonrası malum. Bir Romanyalı için atalarım dediği kişiler 200 yaşında, bir Fransız için 400-500 arası değişebilirken bir Çinli de 1000 yıl geriye götürebilir. Şimdi aynı kâğıdın arkasına bu tarih çizgilerini koyalım. Sonuç yine benzer olacak.

Bakış açımız ve dünyayı anlamamız da böyledir. Nerden bakarsan büyük veya küçük, önemli veya önemsiz şeyler değişkenlik gösterecektir. Baktığımız pencere de genelde içinde doğduğumuz yerle ilgilidir. Bir Avustralyalı için Dünya haritasının merkezi Avrupa ve Orta Doğu olmayacaktır. Orta Afrika’da yaşayan bir çocuk için ilkbahar, yaz, sonbahar, kış fazla anlam taşımaz. İki mevsim onun için yeterlidir. Odağımızı coğrafyadan insana çekelim. İnsanların dünyayı farklı görmelerindeki beşerî durumlar vardır. Yani coğrafyanın ve biyolojinin etkisinin azaldığı sosyoloji ve antropolojinin etkisinin arttığı durumlardan söz ediyoruz. Burada iki önemli unsur vardır: kültür ve medeniyet. Ancak yine de coğrafya bu iki unsuru oluşturmada başat faktörlerdendir.

Coğrafya Kader mi?

Her insan içinde yaşadığı kültür çevresinden dünyaya bakar. Bu farklı bakışlar genelde dile de yansır. Coğrafyanın kültüre etkisi yine dilde de görülür. Türkçede kullanılan “gök” kelimesi eskiden hem gökyüzünü hem de mavi kelimesini karşılardı. Çünkü atalarımızın mavi rengi ilk gördüğü yer gökyüzüydü. Araplara geçersek durum farklıdır. Onlarda “mavi” suyun rengidir. Biz tanrıyı yine gökyüzü ile tanımlarız. Çünkü “gök” aynı zamanda ulu, yüce anlamlarına gelir. Fakat bu, gökyüzünde yaşayan bir tanrı değil, gökyüzü gibi dünyayı ve her şeyi kuşatan bir tanrıdır. Türklerde tanrının tek olduğu inancı bu sebeple çok yaygındır. Birtakım yerlerde birden fazla tanrıya inanıldığı durumlar olsa da yine ekseriyet zaman ve mekânda, tanrının tek olduğu inancı yaygındır.

Görüldüğü gibi yaşanılan coğrafya, kültürü ciddi şekilde etkilemektedir. Daha sonraları etkisi giderek azalsa da coğrafya kültür ilişkisi yoğundur. Fakat bir toplumun kültürü oturmuşsa, yani umumileşmiş ve tekâmül etmişse, coğrafya değişse de kültürün temel değerleri değişmez. Türkler Türkistan bozkırlarından Avrupa içlerine kadar gelirken tek tanrı inançlarını korumuşlardır. Din değişse dahi felsefelerindeki tanrı anlayışı zor değişmektedir. Bu sebeple toplumlar din değiştirirken o dini kendilerine göre yorumlamaya başlamaktadırlar.

Kültür ve Din

Din değiştiren toplumlar kendi hayatlarına uyumlu olan dine daha kolay uyum sağlarlar. Tanrı ile arasında aracı olmayan Türkler için İslamiyet zor anlaşılan bir din olmamıştır. Ancak kabul edilen din hayata uyumlu değilse ya yaşanılan kültür dönüşür ya da din kültür tarafından değişikliklere uğrar ve aslından kopar. Konumuz tam olarak bu olmadığı için buradaki tartışmaları bir kenara bırakıyoruz ancak kültür, din ve medeniyet ilişkisi tartışacağımız konular olması sebebiyle din ve kültürün nasıl ilişki kurduğuna bir örnek verebiliriz: Antik Yunan ve Roma toplumları başta tek tanrı inancı ile gelmiş olan Hristiyanlığı kendi anlayışlarına uydurmuşlardır. Yunan felsefesindeki kuşatıcı değil, göklerde oturan ve dünyaya ara ara müdahale eden tanrı anlayışı, yarı tanrıların olması Hristiyanlığı değiştirmiş ve teslis dediğimiz anlayışı doğurmuştur. Yine Antik Yunan’da ölümlü olan yeryüzü, ölümsüz olan ve göklerde yaşayan tanrı ile ilişkisini yarı tanrılar vasıtasıyla kurulurdu. Tapınaklar da buna uygun olarak daha yükseklerde bulunurdu. Ancak Hristiyanlık başlarda buna uygun değildi çünkü vasıtasız inanç tam olarak bu insanlar tarafından anlaşılamıyordu. İncil’in yazılmasından itibaren sorun çözülmeye başladı. Çünkü İncil’i yazan azizler zaten tanrının buyruklarını anladıkları şekilde yazmışlar ve insanlar da bu azizler vasıtası ile tanrı buyruklarını öğrenebiliyordu. İnsanın cennetten kovulması ile mitolojideki Prometheus iç içe geçiyor ve Tanrı-insan çatışması başlıyordu. Günümüzdeki hümanizm ve sekülerlik tartışmalarının temeli de buralarda saklıdır.

Ortadaki sorunlar bitmemekteydi. Hristiyanlar tek bir din olduğunu ve diğer dinleri kabul etmediklerini söylüyorlardı. Ancak Roma, bütün inançları kabul ediyordu. Bu sebeple devlet bu insanlarla savaşmaya başladı. Bu, devlet ile din arasındaki ilk çatlaktı. Hristiyanlık toplum içerisinde insan dahi sayılmayan köleler ve kadınlar arasında hızla yayıldı. Sınıflar arası çatışma, hür erkeklerin devleti ile kölelerin haklarını talep etmesi ile sürdü. Tafsilatı geçecek olursak devlet yok olmamak için uzlaşma yolunu seçti ve Hristiyan oldu. Roma kilisesinin temelleri de atılmış oldu. Devlet, din ile pazarlık yapmıştı. Daha önce de din, kültürle pazarlık yapmıştı. Artık Roma dünyanın, Kilise ahiretin efendisiydi. İşte asıl konumuz da buradan başlıyor. Çünkü Batı medeniyeti bu temeller üzerine kurulmuştur. Antik Yunan kültüründen gelen tanrı ve insan felsefesi, Hristiyanlıktan gelen ve kültürle yoğurulmuş inanç unsurları, Roma İmparatorluğunun sınıf temeline dayanan dünya devleti ve daha sonra da değineceğimiz tek devlet isteği…

Dünyalar

Medeniyetler kültürleri bir çatı altında toplar ve bu kültürlerin yaratıcılıklarını kullanarak milletler arası bir dünya kurar. Nasıl ki insanlar bir millet dairesi içerisinde daha rahat yaşıyorsa, kültürler ve dolayısıyla milletler de bir medeniyet içinde daha rahat yaşar. Çünkü medeniyet, kültürler için bir dünya var eder. Bu var edilen dünyada ortak anlayış, yaşayış ve davranış içerisinde üretim, alışveriş ve tüketim yapılır. Mesela Türk-İslam medeniyeti dediğimiz dünyada medreseler bugünkü Batı tipi üniversitelerin birbirleri ile ilişkilerine benzerdi. Cezayir’deki bir medresede üretilen bir bilgi Buhara’da duyuluyor ve saygın bir şekilde inceleniyordu. Yine bu medrese ulemaları başka bir şehirdeki medreselere gidip unvanını koruyabiliyordu. Bir çeşit denklik diye de düşünebilirsiniz. Tabi her medresenin kendince bir saygınlığı vardı. Medreselerin bağlı oldukları mezhep ise ayrılıklara sebep olsa da İslam dünyası, ağırlıklı olarak birbiriyle bu alışverişi yapabiliyordu. Fuzuli gibi bir şair bu dünyanın ortak değeri olabiliyordu. İsmail Gaspıralı kendi milletinin kurtuluşu için fikirler üretirken bütün İslam dünyasına da seslenebiliyordu. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset makalesini Mısır’da yazmış fakat yalnız Türkler içinde değil, diğer milletler içerisinde de tartışmalara sebep olabiliyordu.

Dünyadan bahsederken milletleri göz ardı etmemek icap etmektedir. Çünkü günümüz milletler çağıdır. Geçen yüzyıllardaki medeniyetlerin çöküşü veya yükselişi millet gerçeği ile doğrudan bağlantılıdır. Çünkü medeniyetleri kültürler var eder. Kültür de milletlere hastır. Bu farklı milletlere ait kültürler iş birliği yaparak medeniyet var eder ancak bu milletler rastgele bir araya gelmiş veya aynı coğrafyada bulundukları için medeniyet var edebilmiş değillerdir. Onları bir araya getiren müşterekler vardır.

Şimdi bu dünyaları oluşturan asgari müştereklere bakalım. Milletler için müştereklerin çok olması o milleti güçlendirir. Kültür millet içerisinde ne kadar ortak yaşanıyorsa, dil ne kadar bütünse, inançta farklılıklar yoksa bu millet güçlü bir millettir. Ancak medeniyetler için müştereklerin bolluğuna çok ihtiyaç yoktur. Asgari miktarda umumileşmiş anlayış, yaşayış ve davranış vasıtalarının bulunması o medeniyet içerisindeki milletleri birleştirir. Onları milletler ailesi olarak birbirine bağlar. Bu dünyalara giriş için bir kimlik edinmek icap ediyor. Bu kimlik sizin dışardan nasıl tanımlandığınıza göre değişiyor. Dışardan bütün Batı dünyasına baktığımızda hepsinin birbirine ne kadar benzediğini düşünürüz. Benzer şekilde görünürler, söz konusu kendilerinden başkası olunca ortak hareket ederler, aynı dil ailesine mensupturlar. Ancak özele indiğimizde birbirinden ne kadar farklı milletlerin bir arada yaşadığını görüyoruz. Dilleri birbirinden farklı, kültürleri pek benzemez, bazıları birbirinden nefret eder. Aslında birbirine benzemeyen milletleri birbirine bağlayan tek müşterek var ve bu müşterek de genelde din oluyor. İşte burada artık Ziya Gökalp’e gidiyoruz. Gökalp’e göre İslam Türk’ün beynelmilelliyetidir. İslam nasıl bizi milletlerarası bir aileye sokuyorsa Hristiyanlık da Batı’yı bir arada tutuyor. Yani bağlı bulunulan din, bir insan veya toplumun hangi medeniyet dairesine gireceğini bizlere söylüyor. Türkler İslam’a girdikten sonra Türk-İslam medeniyetinin üretici bir unsuru olmuştur. Batı medeniyeti içerisindeki milletler hep Hristiyan’dır.

Tabi sosyal olaylar ve durumlar tek gerekçe ile açıklanmaz. Mesela genel kabule göre Japonya da Batı medeniyeti içerisindedir fakat Hristiyan değildir. Orta ve Güney Afrika, Güney Amerika, Rusya buna rağmen Batı medeniyeti içinde gösterilmez. Aynı şekilde bizim medeniyetimiz içinde de Ermeniler gibi Müslüman olmayan milletler de bulunmuştur. Burada da farklı dinamiklerin olduğunu görüyoruz fakat bu konuya ilerleyen yazılarda girmek daha uygun olmaktadır.

Burada hemen bir parantez açalım. Medeniyete girişin din olduğunu söylememiz, medeniyetin temelinin din olduğu anlamına gelmemektedir. Ancak bir medeniyet dairesine girmenin temel biletinin din olduğunu söylüyoruz. Bu dünyaya girdikten sonra dinin önemi bitmese de azalmakta, başka unsurlar da devreye girmektedir. Örneğin Türk-İslam medeniyeti ve Batı medeniyeti komşu bir şekilde yaşarken onları birbirinden ayıran şey dindi. Bir Müslüman olarak Batı’da söz sahibi olamazdınız. Osmanlı’da devlet adamı olmak isterseniz önce Müslüman ardından Türk olmanız gerekmekteydi. Humbaracı Ahmet Paşa, aslen Fransız’dır. Yıllarca Avusturya ordusunda görev yapmış bu zat daha sonra belli sebeplerle Osmanlı tarafında geçmiş ve Müslüman olmuştur. Devlet kademelerinde görev yapmış ve oldukça da faydalı olmuştur.

Medeniyet bu şekilde bir dünya var ediyor ve bu dünya aslında içinde barındırdığı milletlerin menfaatine oluyor. Dinamik ve makul bir kültüre sahip bir millet o dünyanın üreticisi ve görünen yüzü oluyor. Bu sebeple Batı medeniyetine İngiliz-Hristiyan medeniyeti gibi bir şey demeyip kendi medeniyetimize Türk-İslam medeniyeti diyoruz. Çünkü Batı’da medeniyet yıllarca tek bir millet tarafından tekâmül etmedi. Başlarda İtalyanların, İspanyolların, Hollandalıların; ardından Alman, İngiliz ve Fransızların üretici bir unsur olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Türk- İslam medeniyetinde ise durum farklıdır. Müşterek bir dinin ilk yayıldığı Arap toplumu büyük bir güç olmuş ve kısa zamanda medeniyet var etmeye başlamıştır ancak bu kısa sürmüş ve Farslarla bir süre daha devam edebilmiştir. Türklerin Müslüman olması ile durum değişmiş, 1000 yıl boyunca bu medeniyetin lokomotifi Türkler olmuştur. Dışarıdan bakıldığında Müslüman ve Türk tâbirlerinin birbirinin yerine kullanılması, hatta doğrudan herkese Türk denmesi durumu özetler niteliktedir. Belirtmek gerekir ki Türk-İslam medeniyetine Türklerden başka katkı yapan olmamıştır demek doğru olmayacaktır. Ancak bu medeniyetin kimliğini Türkler oluşturmuştur.

Dinamik kültürler medeniyette gelişmenin de anahtarı olmaktadır. Nevzat Kösoğlu Türk-İslam medeniyetindeki çöküşün sebebini Türk kültürünün dinamikliğini kaybetmesi ile açıklamaktadır. Mümtaz Turhan da Batı medeniyetinin gelişmesinde farklı kültürlerin farklı zamanlarda katkılar yapmasına değinir. Yukarıda da kısaca bahsettiğimiz bu durum medeniyetlerin günümüzdeki devamlılığını incelememize de yarar sağlamaktadır. Tabiatta karşılaşılan sorunlara (toplumun karşılaştığı hem beşerî hem doğal sorunlar) cevap veremeyen kültürler dinamikliğini kaybetmektedir. Dinamikliğini kaybeden kültürler ise ölmeye başlar. Medeniyet kurmak ise kültürleri tekrardan dinamik hale getirebilir. Zaten dinamiklik kazanamayan ve kültürü ölmüş olan bir millet asimile olmuştur.

Buraya kadar medeniyetlerin birer dünya ve kimlik var ettiğini gördük. Bu kimlik millet kimliği gibi bir cemiyet birimi oluşturmamaktadır. Çünkü müşterekleri millet kadar güçlü değildir. Ayrıca medeniyetlerin varlığı milliyetçiliği de güçlendirmektedir. Var edilen dünyada milletler rekabete daha meyilli olurlar. Bir diğerini gördükçe ve onun yaptıklarından bir fazla yapma isteği uyanır. Bu da medeniyet içerisinde dinamiklik var eder ve gelişmeyi canlı tutar.

Türk kültürü de bugün bunun mücadelesini vermektedir. Geçmişte büyük bir medeniyetin asli unsuru olmayı başarmış bu kültür yavaş yavaş dinamiklikten atalete geçmiştir. Ancak biz bu atalete çareler üretmek yerine onu ölüme terk edip dünyamızı da değiştirmek gibi bir hata yaptık. Buna rağmen Türk kültürü yaşamını sürdürmekte ve medeniyet iddiasını korumaktadır. Bunu da içinde hala cihan hakimiyeti mefkûresini taşımasından anlayabiliyoruz. İçinde yaşadığımız Anadolu coğrafyası bir medeniyetler mezarlığıdır ve bu medeniyetler içerisinde kendisini var eden kültürleri de toprağın altına gömmüştür. Türk kültürü dinamik çağlarından uzak olsa da bu coğrafyada kendisini koruyabilmiş ve asimile olmamıştır. Buna rağmen yıllardır başka pencerelerden kendimize bakıp bir şeyleri düzeltmeye çalışıyoruz. Bu yazı serisinin amacı da kendi medeniyetimizi yeniden var etme çabasının gerekliğidir. Kısa bir girişle medeniyetlerin ne anlam ifade ettiğini anlamaya çalıştık. Sonraki yazılarda asıl konumuza yani kendi medeniyetimizin inşasına gireceğiz. Bunun yanında geçmiş dönemlerin tartışma konularından medeniyetler çatışması meselesine de değineceğiz.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.