Doğrusunu söylemek gerekirse Yeni Ufuk dergisinin düzenlediği “Türkçülüğün Esasları’nın 100. Yılında Türk Milliyetçiliğinin 100 Yılı” sempozyumuna istinaden çıkarttığı Aralık sayısında Berkan Sözer ağabeyin muazzam yazısını okuyana kadar ülkücülük yapmak için muhasebe yapmanın mecburî olduğunu bilmiyordum. Evet, biraz hadsizlik etsem de mübalağa etmiyorum. Okuduklarımdan çıkardığım şudur: Ülkücülük yapmak için muhasebe yapmak, mecburidir.
Peşinen ifade edeyim, bu bir öz eleştiri yazısı olması itibariyle üzerimize alınacağımız hususları ihtiva etse de tenzih edeceğimiz birçok isim var.
Bu yazının kendi sahasında bir ilk olması ve bu yazıyı yazdıktan sonra Berkan Sözer ağabeyin bizlerle paylaştıkları, Türk milliyetçilerinin muhasebe yapmayı bilmediğini gösteriyor. Bu bence bir idrak problemi. Türk milliyetçilerinin yaklaşık 44 yıldır muhasebe yapamıyor olması, bundan sonra yapılacak muhasebelerin de idrak edilemeyeceği şüphesini beraberinde getirmiş durumda. Bu da bırakın fiile dökmeyi, ülkücülüğün gerekliliklerini idrak edemeden ülkücülük yapmak gibi bir problemi doğuruyor. Muhtevası boşaltılmış bir ülkücülük.
Bu idrak noksanlığı, doğuştan gelen bir noksanlık değil. Çünkü Türk milliyetçileri; asırlar boyu derin idrak ve müktesebatıyla Türk milletine hatta insanlığa yön tayin etmiş, Berkan Sözer ağabeyin veciz ifadesi ile Türk milletinin başına gelen belaları defetmiş, başına gelmesi mümkün görünmeyen hayırlara vesile olmuştur. Ancak bugün mahkûm edildiği, üzerinden atamadığı bu noksanlık; Türk milliyetçiliğinin, âdeta felsefî bir mesele hâline getirerek soyut bir düzlemde bırakıyor. Yani Türk milliyetçiliği, somutlaşma problemi ile karşı karşıya kalıyor. Uygulama planı üretme potansiyelini haiz Türk milliyetçileri, hedeflerini şaşırdığı için uygulama planı üretemiyor.
Esasen bu yazıya konu olan, Türk milliyetçiliği fikir sisteminin muhasebesidir. Bu da Türk milliyetçilerinin muhasebe edilmesinden geçmektedir. Rahmetli Galip ağabeyin belirttiği gibi “Türk milliyetçiliğinin en büyük meselesi, Türk milliyetçileridir.” Türk milliyetçiliğinin safahatlarından, gayesinden, somut hedeflerinden ve temsilinden Türk milliyetçileri sorumludur. Sağlıklı bir muhasebe için de fikir sisteminin muhasebesinden önce kendi neslimizi, bu nesil içinde de bir fert olarak kendimizi muhasebe etmemiz gerekir. Zaten tüm fikir sistemleri, bir iman hâlinde önce ferdin kişiliğinde yankı bulur. Fikir sistemlerinin mekanizması, insanın içindedir. Bu iman toplum çapında gerekli yayılmaya ulaştığında bu fikir sistemi, bir hareket hâlini alır. Milliyetçilik menşei itibariyle bir fertten değil, bir milletten doğmuş olsa da mensuplarının kişiliğinde münferiden yankı uyandırdığı müddetçe varlığını devam ettirir. Başbuğ, ferdin bir şahsiyet hâline gelerek milletle bütünleşmesine ve bu yankının icrai fonksiyonlara “şahsiyetçilik” demişti. O halde bugün, bu muhasebeye önce kendimizden başlayacağız. Cevaplamamız gereken bazı sorular üzerine kafa yoracağız. Türk milliyetçiliği, kendi sahibi olan Türk milletine medeniyet inşa ettirme kabiliyetini haiz mi? (Bu meseleye aydınlar davası bahsinde eğileceğiz.) Türk milliyetçiliği eğer bu kabiliyeti haiz ise neden Türk milleti tahayyül ettiği Türk medeniyetini inşa edemiyor? Ya da bırakalım medeniyet inşa etmeyi, var olan kültür değerlerine bile neden sahip çıkamıyor? Bu sorunun cevabı Türk milliyetçilerinin hafıza kaybında gizlidir. Bundan 44 sene önce Milliyetçi Türkiye iddiasına bir adım kalmışken bugün hükümete tavsiye dahi veremeyen ve kendi çözüm yollarını üretemeyen bir Türk milliyetçiliği, Türk milliyetçilerinin 44 sene içindeki dönüşümünün menfi neticesidir. Türk milliyetçilerinin 44 yıldır muhasebe yapamıyor ve bugün ne hâlde olduğunu sorgulayamıyor olması, Türk milliyetçiliğinin ve kendi sahibi olan Türk milletinin değil Türk milliyetçilerinin noksanlığıdır. Bugün bu muhasebeyi yapma vazifesini üstlenenlerin, 44 yıldan daha az bir zamandır ülkücülük yapıyor olması ne kadar acıdır. Türk milliyetçileri, Türk milliyetçiliğini unutmuştur. Bu da şüphesiz Türk milliyetçiliğinin varlık sebebini hatırlama problemidir. Türk milliyetçiliğinin ne işe yaradığını bilmeden varlık sebebini anlamadan Türk milliyetçiliğinin muhasebe edilmesi beklenemez. Çünkü nerede yanlış yaptığımızı bilmek, ne için var olduğumuzu hatırlamaktan geçer.
Berkan Sözer ağabey, pek meşakkatli olan bu muhasebeyi kolaylaştırması bakımından Türk milliyetçiliğini dört safahata ayırmış. İlk üç dönemde Türk milliyetçileri ciddi travmalarla karşılaşmış, bunları atlatabilmiş, rüştünü ispatlayarak muazzam atılımlar gerçekleştirebilmiştir. Ta ki 1980’e kadar…
1980 sonrasındaki durumdan önce dikkatimi en çok çeken dönem olan 1965-1980 arasına biraz eğilmek istiyorum.
1965-1980 arasındaki dönem neden kendisinden önceki dönemin tabii sonucu ve kendisinden sonraki dönemin temel belirleyicisidir? Kanaatimizce bunun en temel sebebi, 1965’ten önce Türk milliyetçiliği davasının Türk milletiyle buluşturulamamış olmasının yarattığı noksanlığı giderme arzusudur. Bu arzu, 1965-1980 arasındaki mücadelemizin mahreç noktasını oluşturur. Nihayetinde sınırlarını ve muhtevasını Türk milletinin belirlediği bir dava muhakkak siyasî kanatta temsil edilmelidir. Eğer temsil edilmiyor ise hatta bizzat kurucusu olduğu devlet tarafından aşağılanıyor ise tabii bir hâl neticesinde siyasî ve sosyal sahada teşkilatlanma potansiyelini ortaya koyacaktır. Bu potansiyel öylesine muazzam bir biçimde ortaya konmuştur ki 1980 darbesiyle başlayan buhranlı zamanların esas gayesi, 1965-1980 arasındaki ülkücü hareketi yok etmek ve sindirmek olmuştur.
1965’ten evvel dağınık, teşkilatsız olan hatta yer yer kurduğu devlet tarafından itibar suikastine uğratılan Türk milliyetçiliği, Başbuğ’un siyasî hayata atılmasıyla birlikte teşkilatlı, toplu bir hâl almış, zamanla körelttiği aksiyoner ve doktriner vasfını yeniden ortaya koyabilmiştir. Neden zamanla körelttiği vasıf diyoruz? Çünkü Türk milliyetçiliğinin ilk doktrininin nüvesini Türkçülüğün Esasları olarak kabul edebiliriz. Zaten yazıda da Türkçülüğün Esasları ile 9 Işık’ın sistematik olarak karşılaştırıldığı bir bölüm var. 1931’de Türk Ocaklarının kapatılmasıyla birlikte başlayan bir süreçte Türk milliyetçiliğinin aksiyoner ve doktriner vasfı daha pasif bir hâle getirilmiştir. Bu sebepten Başbuğ’un teşkilatlanma hamlesi, ardından da 9 Işık’ı ortaya koyması, Türk milliyetçiliğini aksiyoner ve doktriner bir hâle getirerek somutlaştırması bakımından muazzam bir atılımdır. Berkan Sözer ağabeyin bir tespiti burada dikkatimi çekiyor: “Aksiyoner olan bir fikir reformist, inkılapçı, ileriye dönük, idealist bir karakter taşımak zorundadır.”. Yani 1965-1980 arasındaki Türk milliyetçiliği; reformist, inkılapçı, ileriye dönük, idealist bir karakter taşımaktadır. Bu vasıfları, Türk milliyetçiliğini ehlileşmekten korur. Türk milliyetçiliği bu vasıflara sahip ise Türk milliyetçileri de doğru reform ve inkılap yapabilen kuvvette, ileriye dönük hareket edebilecek potansiyelde, idealist bir karakterde olmak zorundadır. Ancak bugün bırakalım inkılap yapabilecek kuvvette olmayı, “Türk milleti için neyin inkılabı yapılmalıdır?” sorusu bile Türk milliyetçileri nezdinde muğlak kalmaktadır. Bırakalım idealist olmayı, ehlileştirilmiş bir hâl ile yetinmek ve övünmek arasında kıvranıp durmaktadır. Düzene karşı kavga vermek bir yana, düzenin çarkı olmaktan korkan kaç kişi vardır? Türk milliyetçiliğinin 1965-1980 arasındaki mücadelesinin odak noktasını Marksizm oluştursa da esasen milliyetçi hareketin ideolojilerle şahıslarla değil vurguncu düzenle büyük bir kavgası vardır. Bugün Türk milliyetçilerinin düzenle verdiği kavga nerededir? Kendi istediği düzeni inşa edemediği hâlde düzenle kavga etmeyen bir harekete milliyetçi hareket demek mümkün müdür? Nerede kaldı inkılapçılık? Nerede kaldı aksiyonerlik?
Yazıda dikkatimi çeken bir diğer husus, ülkücülük tanımıdır. “Sadece milliyetçi tercihlerde bulunan değil aynı zamanda bu fikrin propagandasını da yapan, verilen mücadelede statik bir destek koyan değil bunun ötesinde canıyla malıyla bütün varlığıyla mücadele ederek her türlü fedakârlığı göze alan bir insan tipidir.” Bu insan tipi alperenler ve fütüvvet ehlinden beslenmiştir. Alperenlerin herhalde en büyük meziyetlerinden bir tanesi tahta kılıç ile demir kılıcı yan yana taşıması ve fetih kabiliyetidir. Şüphesiz Dündar Ağam, “Ülkücüler, ipeğe sarılmış çeliktir.” derken bu potansiyele atıf yapıyordu.
Ülkücülerin fetih potansiyelini insan merkezli düşünmek isabetli olacaktır. Ülkücülük gönül fethetmektedir. Bir gönül yangınından tevessül etmiştir. Gönül mumu, ateşe yaklaşır ve yandıkça ülkü ile yoğrulur. 9 Işık’taki umdelerden birisi neden şahsiyetçiliktir? Çünkü Türk varlık tasavvuru, dünyanın en değerli hammaddesini insan olarak görür. İnsan şahsiyet kazandıkça ideal insan olmak yolunda ilerler. Bu bir insan tasavvurudur. Tasavvur, bize anlamlandırma ile yaşama ve yaşatmayı da çağrıştırır. Türk varlık tasavvuru yaşanmıyor ise yok olmaya yüz tutar. Konunun başında bir idrak problemi olarak ele aldığımız bu meselenin anlamlandırma ve yaşama potansiyelimiz olan tasavvurumuzu tehdit ettiğini unutmamak gerekir.
Fetih kabiliyetini umumî olarak ele almak da mümkündür. Fethedilen gönüller yalnızca bir coğrafya ya da bir kimlikle mahdut değildir; bu bakımdan fetih kabiliyetini köreltmek, Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinden vazgeçmektir. Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinden vazgeçmek ise insanlığın mesuliyetini omuzlayamamak, Afrika’da susuzluktan ölen bir çocuğun acısını hissedememek, ırmak kenarında kaybolan bir koyunun hesabını soramamak, adalete muhtaç insanoğlunun ıstırabıyla kavrulamamak demektir. Böyle bir Türk milliyetçisi(?), Türk milliyetçiliğinden başka her ideolojiye mensup olabilir. Dünyada insanoğlunun acısını hafifletecek başkaca bir ideoloji de olmadığına göre Türk milliyetçiliğini hakkıyla yapamamak, Nemrut’tan daha acımasız, Firavun’dan daha zalim olmaktan başka bir şey değildir. İnsan, adalet için yaşar. Adalet yoksa insan da yoktur.
Yazıya dönelim. Berkan Sözer ağabey diyor ki zamandan, mekândan, mesaiden münezzeh mücadele eden insanlara ülkücü denir. Aksiyoner ve doktriner Türk milliyetçiliğinin bu özel mücadele usulü de ülkücülüktür. Aslında zamandan, mekândan ve mesaiden münezzeh mücadele edebilme kudret ve kuvveti, yazının bundan sonraki birçok kısmına cevap niteliğindedir. Mesaiyle ülkücülük yapanlar, mesuliyet ve mecburiyetlerini zamana ve mekâna göre belirleyenler, başarısızlıklarını iç dinamiğine değil dış faktörlere bağlar. Zamanı ve mekânı kıran Türk milliyetçiliği, 1980’den sonra zamana ve mekâna hapsolduğu için yalnızca somut düzlemde değil soyut düzlemde de anlaşılamamıştır. 1980 öncesindeki başarımızın formülü de budur: Zamanı ve mekânı kırmak, mesaiyle çalışmamak… Tam bir adanmışlık, mazeret üretmemek… Bu nesil, mücadelesi mevzubahis olduğunda mazeret üretmeyen nesildir.
70’li yıllarda milliyetçi hareketin muazzam yayıncılık potansiyeli, yazıda en çok dikkatimi çeken hususlardan birisi oldu. Cemil Meriç, “Dergiler, hür tefekkürün kalesidir” der. Hür tefekkürün yapılamadığı bir ortamda hür mütefekkir de çıkmaz. Tabii bir sonuç olarak fikrî kuraklık hasıl olur. Bugün bu fikrî kuraklıktan nasıl kurtulacağımızı tartışmak bir yana maalesef hür ve büyük mütefekkirlerimizi karalamanın peşindeyiz. Ayrıca teorisyen yetiştiremememizin en büyük sebebi de budur. Önce sivil aydınlar Türk milliyetçiliğinin güncel meseleler karşısındaki tavrını kesinleştirmeli, çağdaşlaşma iddiasına uygun olarak defaatle kendini yenilemeli, mümkünse bir konuda ihtisaslaşmalıdır. Nihayetinde sivil aydının olmadığı güncel meseleler karşısında iddiasını ispat edemeyen bir milliyetçi hareketten teorisyen yetişemez. Teorisyen, tüm bu sivil aydınlardan beslenerek kendini yetiştirmelidir. Fikrî kuraklık meselesine birazdan eğileceğiz.
Berkan Sözer ağabey bir cümlesinde diyor ki “Hayatlara mâl olmuş ve vatan kurtarmış bir mücadelenin takdirini dahi yapamayanlar, gelecekte ihtiyaç hasıl olduğunda bu mücadelenin zerresini dahi ortaya koyamayacaktır.” Hareketimizin büyük evlatlarını neden takdir değil tahkir ediyoruz? Zannediyorum bunun bir sebebi, erken kifayet duygusudur. ‘Ben oldum!’ zannedip bu denli tesirli fikirler üretememenin yarattığı haset ve nifak, aşağılamayı beraberinde getirir. O hâlde her Türk milliyetçisi bunun üzerinden de bir muhasebe yapmalıdır. “Ben erken kifayet duygusuna kapılıyor muyum?” Bu Bayram Kiriş ağabeyin “Ben kimim?” sorusu ile birlikte sorulması gereken bir sorudur. Şüphesiz bu soruların cevapları “Ben Türk milliyetçisi oldum da ne oldu?” sorusuna bir pusula niteliği görecektir. Hareketin vaziyeti ne olursa olsun Türk milliyetçisi hep muhasebe yapmalıdır. Bilhassa erken yaşta ciddi mevkilerde bulunmak mecburiyetinde kalanların ideolojik anlamda kendilerini dolduramamaları yahut görevlerini icra ederken mesuliyet ile nefsi birbirine karıştırıyor olmaları erken kifayetin başlıca sebebidir. Erken kifayet duygusuna kapıldığını idrak eden insanın bu duygudan kurtulması güçtür, kifayet duygusuna kapıldığını erkenden idrak edemeyen insanın ise bu duygudan kurtulması imkansızdır. Bu bir noktada cemaat hayatı ile de ilgilidir. Erken kifayete kapılan insan, dava arkadaşları tarafından uyarılmalı, sosyal kontrol mekanizmasını kuvvetlendirmek için çaba sarf etmelidir. Dava adamı vasıflarını taşımak için erken kifayet duygusundan kurtulmak gerekir.
Ayrıca Türk milliyetçileri tevazuyu kaybetmemelidir. Halk için mücadele eden, halktan beslenen bir hareket mütevazı olmalıdır. Hepsinden evvel samimi bir Müslümanlık, kişiyi mütevazı yapmalıdır.
Gelelim o kanlı Amerikan müdahalesine. Burada da bir tespit ufuk açıcıdır: “Devlet adına en büyük hata, yargılamalar sırasında yapılmıştır. Mahkemelerde sadece Türk milliyetçileri yargılanmamış, devletin kurucu ideolojisi ve en önemli savunma refleksi olan Türk milliyetçiliği, sanık sandalyesine oturtulmuştur.”. İşte bu sebeptendir ki o günün büyük insanları, şahıslarına yöneltilen suçlamaları cevaplamaya tenezzül dahi etmemiş, Türk milliyetçiliğine yöneltilmiş bu ağır ve çirkin ithamları cevaplamışlardır. Türk milliyetçilerinin değil Türk milliyetçiliğinin yargılanması ne gibi travmalar yaratmış olabilir? Bunun üzerine biraz düşünelim:
Durmuş Hocaoğlu, Türk milliyetçiliğinin güncel meselelerini anlattığı bir röportajında, “Bütün meselelerin düğüm noktasında bütün haşmeti ve heybetiyle ‘devlet’ oturmakta. Türkiye çok ciddi bir ‘devlet problemi’ yaşıyor ama biz uğruna baş koyduğumuz ‘devlet’i tartışmıyoruz. Bu ne kadar derin bir hab-ı gaflettir” diyor. İşte Durmuş Hocaoğlu’na bu cümleyi kurdurtan, Türk milliyetçiliğini sanık sandalyesine oturtan bir devletin varlığıdır. Türk milliyetçileri artık ‘devlet problemi’ni çözmelidir. Nedir bu devlet problemi? Yazıda cezaevinden çıkan hiçbir ülkücünün devlet görevlilerine karşı şiddet eyleminde bulunmadığı, işkencelere rağmen ülkücülerin terörize edilemediğini okumuştuk. Tarihî tecrübelerimiz bize gösteriyor ki rahmetli Önkuzu ağabeyimizin şehadeti haricindeki hiçbir hadisede polislere karşı bir şiddet eyleminde bulunmadık. Önkuzu ağabeyimizin şehadetinde bile tahammül sınırlarımızı azamî seviyeye çektik. Bu şüphesiz büyük bir marifettir. Burada devlet probleminden kasıt, uğruna can verdiğimiz devletin muamelelerinin yıkıcı etkisine bir son vermek demektir. Bu nasıl mümkün olur? Millî devleti kurmak ile mümkün olur. Ancak ne yazık ki bugün Türk milliyetçilerinin unuttuğu davaların başında Millî Devlet davası vardır.
Milliyetçi hareketin uygulama planı olan, Türk milliyetçiliğini somutlaştırmanın bir ayağı olan 9 Işık, esasen millî devleti kurma projeksiyonudur. Berkan Sözer ağabeyin yazıda geçmeyen ancak sıklıkla zikrettiği bir söz vardır: “Türk milliyetçileri, istihbarat örgütlerinin, küresel kuvvetlerin değil Allah’ın ve tarihin ona biçtiği rolü oynayacaktır.” Bu da Türk varlık tasavvuru ve tarihî tecrübesinden mülhem hazırlanan, içinde Türkçülüğün Esasları’ndan da izler barındıran 9 Işık ile mümkündür. Daha umumî bir düşünceyle uygulama planı oluşturmak ile mümkündür. Ülkücüler, Türk milletinin potansiyelini bilen ve Türk milletinin gayesine ulaşmasını sağlamak için kendisini gerçekleştirmiş insanlar olduğuna göre bir ülkücünün ‘Millî Devlet’ davasını unutması Türk milliyetçiliğine duyduğu güveni zayıflatır hatta yok eder. Hatta bu insanların imanlarını sorgulaması gerekir. Esasen iman zayıflamaz ancak bu imandan doğan özgüvenin ve gerilimin zayıflaması mümkündür. Millî Devlet’i bilmeyen bir Türk milliyetçisi, mücadelesindeki gerilimi kaybetmiştir. Millî Devlet davasını unutmak, Türk milletinin gayesini unutmaktır. Türk milletinin gayesini unutan bir milliyetçiliğin Türk milletinin işine yaraması mümkün müdür? O hâlde diyebiliriz ki bugün, uygulamada plansız ve 9 Işık’sız bir milliyetçilik, Türk milliyetçiliği değildir, istihbarat örgütlerin ve küresel kuvvetlerin piyonudur. Başbuğ’u, Türk milliyetçiliğinden çıkarmaya çalışanlar bu piyonların en bariz örneğidir. Türk milliyetçiliğinin uygulama planı çıkartamaması demek, ideoloji olma vasfını yitirmesi demektir. Bu cümlenin biraz iddialı olduğunun farkındayız. Ancak bugün başka ideolojilerin bilhassa liberalizmin tesirinde yaratılan bir milliyetçiliğin ideoloji olma vasfını koruması mümkün değildir. Bu yalnızca milliyetçilik için geçerli olan bir durum da değil. Herhangi bir ideoloji, başkaca bir ideolojinin tesirinde yeniden şekillendirilirse ideoloji olma vasfını yitirir. Türk milliyetçiliğinin ideoloji olma vasfını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olması ne demektir, farkında mısınız?
Türk insanının siyasî ve iktisadî olarak hür olmadığı bir yerde Türk milliyetçilerinin büyük işler başardığını iddia etmesi akla mantığa sığmaz. Millî Devlet’in üç sacayağı olan sosyal – siyasî – ekonomik yapıdan hiçbiri bugün sıhhatli bir zeminde oturuyor değildir. Bırakalım sıhhatli bir zemini bugün Türk milletinin sosyal yapısı neredeyse Türk milliyetinin aleyhine işler hâle gelmiştir. Ülkücüler, bu hâlde Türk milliyetinden ve asıl Türk milletinden beslenerek yeniden millet inşasına girmelidir. Biz, bugün Millî Devlet davasını unutarak icra ve inşa potansiyelimizi yok ediyoruz. Yeniden millet inşası… Burada kastımız milliyetçiliklerin milletleri suni biçimde inşa etmesi değildir bilakis milletler milliyetçilikleri inşa eder -milletleşme süreci açısından Avrupa’da durum farklı olsa da Türk milleti için milliyetçiliği var eden millettir- ancak milliyet ile millet, ters istikamette seyrediyor olabilir. Bu durumda Türk milliyeti lehine bir inşa faaliyetine girmek, başkaca bir tabirle yeniden raya oturtmak gerekir.
Dönelim yazıya: 12 Eylül’ün yarattığı travma ile bölünmelerin, nesiller arasında kopukluğun, fikrî kuraklığın doğduğunu biliyoruz. Fikrî kuraklık, şüphesiz üzerinde en çok durulması gereken meselelerden bir tanesidir. Çünkü rüştünü 80’den sonra ispatlamış bir Türk milliyetçisi teorisyen yoktur. Yani Türk milliyetçiliği fikir sisteminin tekamülü durmuş vaziyettedir. İdealist olması gereken, Türk çağdaşlaşmasını hedeflerken medeniyet yaratma potansiyelini haiz bir fikir sisteminin 44 yıldır teorisyen yetiştiremiyor olması, tekamülünü durdurmuş olması ne demektir? Farkında mısınız? Ayrıca Türk milliyetçileri, 80’den önce yetişmiş insanları anlamak için bir çaba da sarf etmemektedir. Bir fikir sisteminin kuraklığı atlatamayacağımız bir ıstırap yaratmıştır. Kapatamayacağımız bir yara açmıştır. Artık bu yaranın daha fazla derinleşmesine, kangren olmasına müsaade etmemek ve bir an evvel teorisyen yetiştirmek gerekmektedir. Peki, biz nasıl teorisyen yetiştireceğiz?
Bu şüphesiz milliyetçiliğin somutlaşması hususunda ele alınan iki unsurdan biri ile doğrudan ilgilidir. Yani insan yetiştirme ile. Esasen hususî olarak teorisyen yetiştirilmesi mümkün değildir, insan yetiştirilir. Bu insanlar içinde bu meziyete sahip olanlar tabii bir hâl neticesinde teorisyen olur. Bir fikir sistemi için insan yetiştirmekten daha büyük bir gaye olamaz. Yine Berkan Sözer ağabeyin sözlerine kulak verelim: “Fikir sistemleri; ihtiyaçları olan insan tipini yetiştirirler ve o insanın yaşantısında, tercihlerinde, mücadelesinde somutlaşırlar. Kişiler, fikirlerin hem üreticisi hem taşıyıcısı hem de uygulayıcısı konumundadır. O kişiler, aynı zamanda fikirlerini toplum nazarında temsil ederler.”
Milliyetçi hareketin teorisyeni, itiraz kuvvetini Türk milletinden alır. Teşkilatlı bir yapıda sistematik bir eğitim alarak zihniyet inşasını gerçekleştirir. Türk milleti potansiyelini gerçekleştirebilsin diye Türk milliyetçileri vardır, Türk milliyetçileri potansiyelini gerçekleştirebilsin diye de Türk milliyetçiliği fikir sisteminin teorisyenleri vardır. Burada teorisyenleri Türk milliyetçilerinden ayırmıyoruz ancak kendini gerçekleştirmiş azınlığın Türk milliyetçiliği yapabilmesi için Türk milliyetçiliği fikir sisteminin teorisyenlerine ihtiyaç duyduğuna vurguluyoruz. Allah uzun ömürler versin, İskender Öksüz hocamız, Türk milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni yazmış olmasaydı 80 öncesindeki ideolojik kavgamızda büyük bir delik açılacaktı.
Rahmetli Başbuğ, lise teşkilatlarının Kesin İnançlılar’ı muhakkak okumasını ve kesin inançlı olmamaları gerektiğini söylermiş. Mensuplarının kesin inançlı olduğu bir hareket, kitle hareketi hâlini alır. Malûm, delikanlı çağındaki bir çocuğun kesin inançlı olmaması neredeyse imkansızdır ve bir hareketin bilhassa bir gençlik hareketinin kitle hareketine dönmesi infilak etmesi demektir. Burada kitle hareketleri bahsini biraz açabiliriz: Kastımız, Türk milliyetçiliğinin halkla buluşması ve taraftar toplaması değildir. Bilakis Türk milliyetçiliğinin siyasî kanadının varlığı son derece ehemmiyetlidir. Burada kitleyi, halk ile ilgili bir kavram olarak kullanmıyoruz. Orhan Türkdoğan’ın tabiriyle halk ile kitle birbirinin muarızı bile olabilir. Çünkü kitlenin öznesi yığındır, halkın inşa ettiği kültürün öznesi ise özgür kişiliktir. Kültürün yürütücüsü kitle değil halktır. Kitle; idrak değil taklit eder, öğrenmez, kopyalar. Milliyetçi hareketin temel metodu, şartlanma değil düşünmedir. Kitle, şartlanır; halk, düşünür. Nihayetinde bu halkın içinden yetişmiş ve kendini gerçekleştirmiş yaratıcı azınlık grup, medeniyet inşa eder.
Acaba teorisyen yetişemiyor olmasının daha temelde ise bu fikrî kuraklığın sebebi, milliyetçi hareketin artık ‘milliyetçi’ vasfını kaybederek kitle hareketi olması mıdır? Cemaat hayatının kolektifleşmesi midir? Kesin inançlı bu kimseler size tanıdık geliyor mu? Düşünmüyor muyuz? İtiraz etmiyor muyuz?
Eğer milliyetçi hareketin görünürdeki mensupları, makam ve mevki uğruna ideolojilerine ters düşecek açıklamalar yapıyor, mensuplarına zengin bir hayat vaat ediyorsa kitleleşmiş demektir ve hareketinin önündeki ‘milliyetçi’ sıfatının kaldırılması gerekir. 1980 öncesinin en önemli özelliği vatan savunması için kendini feda edebilecek kişilerin harekete dahil olması idi. Gerektiğinde ceketlerini rehin bırakarak ülküdaşlarına kan bulan, gerektiğinde kanlarını Kızılay’a satarak cezaevlerindeki ülküdaşlarına para gönderen bu ağabeylerimiz; 1980 sonrasının hırs, haset, mevki merakı, birbirini beğenmeme, açığını arama, fitne ve nifak çekişmelerinde birbirlerine kırıldılar. Kurşunların, cezaevlerinin kıramadığı adamları, makamlar kırdı. Rahmetli Ali Metin Tokdemir, “Aynı çorbaya kaşık sallayan insanlar.” olarak nitelendirmişti. Gün geldi, aynı çorbaya kaşık sallamak bir yana başka bir çorbayı da içemesin diye yanındakinin kaşığını kırdılar. Kurşunlara siper oldular, birbirlerinin tabutunu taşıdılar; iki kırık masa, beş kırık sandalye ile bodrum katlarında seminer verdiler ama 80 sonrasında nefsine yenilmiş dalkavukların onları içten çürüttüğünü göremediler. Görenleri de dinlemediler, anlamadılar. 80’in yarattığı bu büyük travma, Türk milliyetçiliğinin işkence ile cezalandırıldığını görenlerin, ehlileştirilmiş şahıslara bağlı kalmış, pısırık bir milliyetçilik yapma arzusunu doğurmuştur.
Berkan Sözer ağabey diyor ki: “Bir fikir hareketinin eğitime verdiği kıymet, savunduğu fikre verdiği kıymetle orantılıdır.”. Yani sistematik bir eğitim yapmayan, mensuplarının zihniyet inşasını asıl işi olarak görmeyen bir hareket, ideolojisine değer vermiyor demektir. Bunu tersinden okursak: Türk milliyetçiliğine değer vermeyen bir Türk milliyetçiliği… Kulağa ne garip geliyor. Esasen Türk milliyetçisi, bir ananın evladına duyduğu şefkati, milletine duyan kimsedir. Bir ananın evladına yaklaştığı gibi milletine yaklaşmayan, Türk milletinin var ettiği Türk milliyetçiliğine ihtimam göstermeyen -mesaiyle ülkücülük yapan, adeta bir gömlek gibi işine gelince giyen, işine gelmeyince asıp giden- kimsenin Türk milliyetçisi olması mümkün değildir.
Türk milliyetçilerinin Türk milliyetçiliğine duyduğu güven, kendilerine duydukları özgüven zayıflamıştır. Bu özgüvensizlik bir idrak problemine yol açmıştır. İleride bir iman problemine yol açması da muhtemeldir. Ne için mücadele edildiği unutulmuştur. 80 sonrasının Türk milliyetçileri, mesuliyet ve mecburiyetlerini Türk milletinin işine yaraması için değil nefsani bir tatmin aracı olarak görmektedirler. O hâlde eğitim, kendi içinde nefis terbiyesine yönelik metotlar da içermeli; ideolojik bütünlüğü, mutlak manasıyla sağlamaya yönelik olmalıdır.
Bununla birlikte en temel sıkıntı, ideolojik katılıktır. Bu, iman zaafiyetinden doğmuş olabilir. Biz burada Mümtaz Turhan’dan mülhem sert unsur – çekirdek unsur ayrımına gidebiliriz. Esasen milliyetçi harekette temsil kuvveti çok önemlidir, dava adamlarının vasıflarından birisi de şahsiyet bütünlüğüdür ancak sert unsur olan kılık – kıyafet, saç – baş, oturuş – kalkış gibi hususlar çekirdek unsurların yani imanın, ideolojik alt yapının, zihniyetin önüne geçmiş durumdadır. Bunları dengelemek, sert unsurları, çekirdek unsurlar ile temellendirmek gerekir. Bu basit bir mesele olarak görülse de umumî bir perspektifte katılığın mutedilliğin yerini aldığı, esas meselelerin şekilcilik ile yok edildiği gibi temel ve karmaşık problemlerin varlığını işaret eder.
Yazıda dikkatimi çeken en önemli hususlardan birisi de aydınlar davası – millî kültür davası meselesidir. Esasen bu iki mesele de diğer meseleler gibi birbiriyle iç içedir. Aydın, medeniyet kurmakla mükelleftir. Aydınlar, tarihin hiçbir anında ekseriyet olmamış, kendini gerçekleştiren yaratıcı azınlığın muazzam bir örneğini teşkil etmişlerdir. Onların işlediği unsurları ise ekseriyet yaşatmıştır. “Millî kültür bir milletin şahsiyetidir.” diyor Berkan Sözer ağabey.
Türk milliyetçilerinin birbirine sevgiyle baktığı, sevgiyi öğrendiği ve öğrettiği, muhasebe yaparken suçlu aramadığı günlere kavuşmak dileğiyle.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.