Milletlerin aşk çağında büyük âşıklar yetişir. Bu büyük âşıklar 9 şavklı bir “ziya” olur, insanlığın mukadderatını tâyin eder, milliyetlerini şaha kaldırır. Aşklarıyla mefkûre ateşini yakarlar. Adeta mumun etrafında delice dönen ve ondan gelen ışığa giderken yanıp kül olan pervane gibi millet aşkıyla divane olurlar. Sarayları, köşkleri bile yıkan rüzgâr zarar vermesin diye sevdiği çiçeğe siper olan, keskin rüzgâr yüzünden değil mâşuğunun dikenleri yüzünden yaralanan bülbül gibi can verip har-ı bülbül olurlar. Deniz suyuna âşık olduğu için içmeye kıyamayan, nihayetinde susuzluktan can veren kuşlar gibi yaşarlar. Bu âşıkları var eden de milletlerdir, yok eden de… Bu âşıkların var ettiği de milletlerdir, yok ettiği de…

Âşık, mâşuğundan münezzeh anlatılamaz. O hâlde büyük âşık Gökalp’ı anlatmak, Türklüğü anlatmaktır. Türklüğü anlamak, her idrâkin meziyeti değildir. Zihnî olarak belki üç, belki beş bin yıllık bir ıstırabı gerektirir. Ah o ıstıraplar… İnsana morfin vermeden kurşun çıkartılması bile fikir kadar ıstırap vermez.

Türk’ü anlamak demiştik… Türk’ü anlamak yani Türk varlık tasavvurunu anlamak…  Her bir Türk’e tek başına millet olabilme potansiyelini veren, medeniyet yaratma iktidarını haiz, kutuplarda eriyen buzulların da Afrika’nın çöllerinde sıcaktan terleyen aç çocuğun mesuliyetini de yüklenen Türk varlık tasavvuru… İnsanı, Allah’ın yarattığı mukaddes bir emanet olarak gören, bu şuurla kendi hürriyetine, milletinin istiklâline vurulan tüm bukağıları parçalayan; oturanı Firavunlaştıran koltukları, mazlumun ahıyla yankılanan sarayları ve müstebit yöneticileri değil milletini düşünen ülkücülerle pratiğe dökülen Türk varlık tasavvuru…

Tasavvur; kültürel gerilim dönemindeki milletin ekseriyetinde hâkim, tabiatı işleme biçimi olması itibariyle kültürün mahreci sayılan, bir milletin müştereklerini doğuran anlama, anlamlandırma ve yaşatma kabiliyetidir. Varlığı okuma biçimi olması itibariyle her milletin kendine hastır. Her milletin varlık tasavvuru farklı sacayaklarına dayanır. Türk varlık tasavvurunun sacayağı ise iyi, doğru ve güzeldir.

Türk varlık tasavvuru; iyi, doğru ve güzel üzerine inşa edilmiştir. O hâlde Türk’ü anlamak iyiyi anlamaktır, doğruyu bilmektir, güzeli sevmektir.  İnsan iyiyi anladığı, doğruyu bildiği ve güzeli sevdiği müddetçe kemâle erer.

Uzunca bir süredir düşünürüm, Gökalp’a neden “kâmil insan” anlamına gelen “mürşîd” denmiştir? Şüphesiz bunun birçok teorik cevabı vardır: Mesela İmparatorluğun dağılmaya yüz tuttuğu sancılı zamanlarda Türklerde milliyetçilik fikrini kuvvetlendiren hatta var eden eserlere imza atması, kurulacak yeni Türk devletinin fikrî öncülüğünü yapması, Türk milliyetçiliğini ideoloji hâline getiren sistemli tavrın huzmesi olması gibi… Türkçülüğün Esasları, 9 Işık’a temel teşkil etmesi bakımından Türk milliyetçiliğinin ilk uygulama planı sayılabilir.  Bir uygulama planı inşa ederek Türk milliyetçiliğini sistemleştirmesi, müşterek mefhum ve yöntemler etrafında Türk milliyetçilerini birleştirmesi, Türk milliyetçiliğinin mürşîdi olarak kabul görmesi için yeterli bir sebeptir. Ancak Gökalp bununla birlikte sosyoloji ve sosyalpsikoloji açısından muazzam ilmî tahlil ve tespitlerde bulunmuş, “milletim çok yaşa” iddia ve iradesine gençliği pahasına sahip çıkmış, Türk millî kültürü ve Türk medeniyeti üzerine çok kıymetli çalışmalar yapmıştır.

Bunların her biri başlı başına bir çağı kapatıp başka bir çağı açacak kuvvette mücadelenin mahsulüdür, yazıldığında ansiklopedileri dolduracak meselelerdir. Bunların yanı sıra Gökalp’ın pek bilinmeyen ancak bilinmesi yeni bir kıta keşfetmek kadar insanlığa katkı sağlayacak olan meseleleri de vardır. Mesela onun İslâmiyet üzerine yaptığı çalışmalar nice Müslümanın Kur’an’ı anlamasını kolaylaştıracaktır. “Dine Doğru” yazısı bile başlı başına varlığı okuma, ilimleri tasnif etme kılavuzudur.

Ancak bu meselelerin ardında yatan hatta Gökalp’ı bu meselelere yönlendiren, onu “mürşîd” yapan asıl cevap, teorik değil romantiktir.

Gökalp, Türk milletine bahşedilen bir “ziya” olarak Türklüğün gark olduğu karanlık asırları aydınlatmıştır. Gökalp’ın yaşadığı asır, Türk milletinin, millet olma vasfına ve ölçüsüne yeniden kavuşmaya namzet olduğu, mensubiyetinden doğan müşterekleri hatırladığı asırdır. Şüphesiz bu asırda yaşamış bir ülkücünün nasıl olması gerektiğini tahayyül etmek bile Gökalp’ın ne denli büyük bir âlim olduğunu, neden mürşîd ilan edildiğini ispat etmeye yetecektir.

Mürşîd olmak; kemale ermek, ideal insanlığa yaklaşmaktır. Türk varlık tasavvuru ideal insanlığı iyi, doğru ve güzeli bulmak üzerine konumlandırdığı için Türk milliyetçileri ancak bunu başarabilenlerin etrafında toplanabilir.

İyi ahlakî bir haslet, doğru ilmî bir vasıf, güzel iste bediî bir niteliktir. Gökalp’ın ifadesiyle “güzel, doğrudan daha derindir, daha derûnîdir. Güzelde bir esrarengizlik, bir sırrîlik, bir maveraîlik vardır ki doğruda yoktur. Doğru, kadit kadar çıplak, kaza kadar mücerrettir… İyi de güzele nis’betle daha manevî, daha derûnî, daha sırrîdir. Bu sebeple, ahlâkî kıymet de bediî kıymetin fevkindedir.” Nitekim iyinin güzel olduğunun idrâki bu derunîliği sonsuzlaştırmıştır. O hâlde mürşîd, güzeli bulandır. Tarih boyunca güzel ve güzellik üzerine felsefî tartışmalar süregelmiştir.

Sühreverdi’ye göre akıl üç hassayla donatılmıştır: güzellik, aşk ve hüzün. Önce güzellik doğdu, aşk kendini bu güzellikten alamadı, yolunda divâne oldu, ona ulaşmak istedi ancak ulaşamayınca hüzün var oldu. Yani güzelliğin olduğu yerde aşk, aşkın olduğu yerde hüzün vardır. Sühreverdi bu teorisini meşhur âşıklar üzerinden de izah etmiştir: Hz. Yusuf’ta güzellik, Züleyha’da aşk, Hz. Yakup’ta hüzün sembolleşmiştir.[1]

Güzelliğin akıldan sûdur eden ilk hakikât olması, Tanrı’nın mutlak güzelliği ile ilgili olan bir meseledir. Tanrı mutlak güzeldir, varlık âlemi güzelliğini ondan alır. Aşk da bu güzellikten doğar. Yani varlığa aşk ile bakmak gerekir. Tanrı bütün varlıkları aşk üzerine yaratmış, insanoğluna ise akıl bahşederek bu nizâmı idrâk etme mesuliyetini yüklemiştir. İnsan, kâinata aşk ile bakmak mecburiyetindedir. İnsanın idealliğe yaklaştıkça uzaklaşması, aşktan hüznün doğduğunu ispat eder. Ebedî olandan ayrı kalmak insanı bitmez tükenmez bir hüzne gark eder. O hâlde aynı varlık gibi güzelliğin de mutlak yahut izafî olduğu iddia edilebilir. İzafî güzelliğin de kaynağı Tanrı olduğundan, varlık âleminin tek akıllı mahlûkatı insanoğlu, sevgiyle baktığı her yerde güzellik görecektir. Zira insan bu yolda güzelliği ve aşkı kendinde tecelli ettirmesi yaratılmıştır. İşte bu sebepten “âşık kimdir?” sorusunun cevabı “kendi cenazesini kılandır.” İnsan ancak kendi cenazesini kılabildiğinde güzelliği ve aşkı kendinde tecelli ettirebilir çünkü kendi varlığı O’nun varlığında bütünleşmiştir. Nitekim bu ancak Türk milliyetçiliği ile mümkündür. Ziya Gökalp hakikî bir Müslüman olarak evvela kendi varlığını milletinin varlığıyla bütünleştirmiş, kültürün soğuma dönemlerinde yaklaşan ancak daimî uzak olan mefkûre ateşini harlayarak güzel olan milletini daha da güzelleştirmiş, Tanrı’nın ve tarihin milletine yüklediği misyonun bir hâdımı olarak Türk milliyetçiliğinin mürşîdi hâline gelmiştir.

İnsanın kemâle ermesi yani idealleşmesi bir süreç olduğundan insan ancak izafî sancılarda pişe pişe ezelî ve ebedî hüznün kapısını aralayabilir. İzafî sancılar nefs ile ilgilidir, izafî sancılardan doğan ve mutlak varlığa yaklaştıran sancılar ruh ile… Nihayetinde her ikisi de akıl sayesinde anlam kazanır. İnsanoğlu akıl sayesinde nefsini terbiye eder, izafî sancıları bir doğuma dönüştürebilir. Nitekim akılsız birisinin de mutlak varlığa yaklaşması mümkün değildir. Ziya Gökalp bir deha olarak muazzam bir aklın ve derin bir ruhun suretidir. İzafî sancılarını bir milletin doğum sancısı hâline getirmeyi başarmıştır. Bu doğumla birlikte iyi, doğru ve güzel onun şahsında tecelli etmeye başlamıştır.

Güzellik, güzeli çoğaltmakla olur. İyi, doğru ve güzel olanı bulmak ancak sevmekle mümkündür. O hâlde mürşîd iyiyi, doğruyu ve güzeli yayma cehdi içerisinde olandır. İdeal insan sevmeyi bilen insandır. Hislerini eğitmiştir, sevmeyi öğrenmiştir hatta öğretmiştir. Gökalp’ın gönül yangını, Kalû Belâ’da sıçramış bir kıvılcımın Yesevi’ce harlanmış, Yunus’ça saçılmış hâlidir.

Yazın en sıcak günlerinde çöllere düşmüş bir insanın topuğunu kavuran kum taneleri, bir gönül yangının yanında ancak kıvılcım kalır. İşte bu sebepten Leyla’sını ararken çöllere düşen Mecnun, Tahir için canından vazgeçen Zühre, Şirin için dağları delen Ferhat, bu büyük mürşîdin karşısında boynunu eğmiştir.

Âşıklar ölmez.

İlelebet Ziya Efendi Fırkasındanız…

[1]  Yakıt, İsmail. Türk-İslâm Düşüncesi Üzerine Araştırmalar, Ötüken, 2002, sf.113

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.