Türkçülük için 3 Mayıs 1944, yeni bir miladı işaret eder. Türkçülerin, kalabalıklar halinde birleştiği, yürüyüşler yaptığı ve başkaldırdığı bir miladı. Türkçüler daha önceleri de birçok defa birleştiler ve başkaldırı hareketinin öncüleri oldular. Tarihi Sultanahmet mitingi, Osmanlı’nın işgaline karşı bir başkaldırı hareketi olmuş ve gönüllerimize kazınmıştır. Milli mücadeleyi başlatan ve güç veren yine Türkçüler olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti devleti Türkçülük üzerine inşa edilmiştir. Fakat 3 Mayıs’ın farkı, Türk Milliyetçiliği ilkelerine göre inşa edilen devletin, tek parti rejimine karşı, devletin kurucu fikrinden taviz verildiği gerekçesiyle yapılan bir başkaldırı olmasıdır. Bu önemli güne tarihin bizi nasıl getirdiğini hep beraber inceleyelim.
Atatürk’ün vefatıyla beraber Türkiye, dünyada kopacak yeni bir savaşın sonuçlarına hazır olamayacak kadar kendisini yalnız hissetmeye başladı. Artık başlarında başkomutanları, ulu önderleri Mustafa Kemal Paşa yoktu. Dünyanın savaşa gebe olduğu bir dönemde Türk Milleti yetim kalmıştı. Milli mücadele kahramanı, İnönü muharebelerinin galibi, Atatürk’ün Başbakan’ı, İsmet Paşa’yı Reis-i Cumhur olarak seçtiler. İsmet Paşa’nın garantici bir karakteri vardı. Kendi değimiyle hesaplarını yapar, yüzde on başarısızlık riski olsa, o işe girmezdi. Bu sebepten İsmet Paşa çıkacak bir savaştan elini ya da kolunu kaptırmak istemiyordu. Bu da Türkiye için en hayırlı tercihti.
Çok geçmeden savaş patlak verdi. Almanya Hitler önderliğinde yıldırım savaşlarını başlatarak, hızlı ve yıkıcı bir şekilde tabya, siper demeden ilerliyordu. Bu durumdan Türkiye yöneticileri de nasipleniyordu. Hitlerden çok Nazici oldular. Bu durum, bizim iki yüz yıldır değişmeyen özelliğimiz haline gelmişti. Güçlü kim ise; onun görüşlerini onlardan daha sıkı benimse! Kime ne ispatlamaya çalıştığımız bilinmez ama sanki aferinci bir çocuk edası ile devlet yönetiyorduk. Hatta dönemin Başbakan’ı Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942 tarihli konuşmasında şunları ifade ediyordu: “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız” (1)
Aradan bir yıl geçmeden savaşın galip geleni değişti. Nazi Almanya’sı Sovyetlerin uçsuz bucaksız topraklarını geçe geçe bitirememiş ve Sovyetler güç kazanmaya başlamıştı. Tabi bu sefer hükümetimiz yine yön değiştirmiş komünistlere göz kırpmaya başlamıştı.
Nihal Atsız, o günlerde hükümetin bu tutumunu iyi bir şekilde görüyor ve iki yıl önce milliyetçi olduğunu söyleyen Şükrü Saraçoğlu’na, kurumlarınızda komünist propagandanın devam etmesine niye göz yumuyorsunuz diyerek sitem ediyordu. Artık okulda hocalar, Türk olmaktan utandığını dile getiriyor, bir başkası “ Arabacı, araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değildir”(2) diyerek alay ediyordu. Nihal Atsız bu artan komünist propagandayı görüyor ve önlem alınmasını istiyordu. Hatta Halk evlerinde İstiklal Marş’ları bile protesto edilir hale gelmişti.
Nihal Atsız, 1 Mart ve 1 Nisan 1944 tarihlerinde Orhun dergisinde yayımlanmak maksadıyla, tüm bu olup bitenleri anlatmak amaçlı, Milliyetçi olduğunu iddia eden Şükrü Saraçoğlu’na hitaben iki açık mektup kaleme alır. Bu açık mektuplar üzerine Sabahattin Ali, Atsız’a hakaret davası açar. Her şey bununla başlar. 26 Nisan günü hakaret davasının ilk duruşması yapılır ve dava 3 Mayıs’ a ertelenir. Fakat 3 Mayıs günü kimsenin beklemediği bir olay olmuş, adliye binasının önü binlerce gençle dolmuştu. Bu gençler Atsız hocalarına destek için gelmişler, mahkeme salonu ve çevresini doldurmuşlar, tezahürat etmişlerdir. Güvenlik güçleri kalabalığı dağıtmak ister, fakat kalabalık dağılmaz ve Ulus Meydanı’na yürümeye başlar. Başvekil Şükrü Saraçoğlu ile görüşmek isterler. Hep beraber slogan atarlar. Tepkilerini dile getirirler. Bu birlik ruhu hepsinin gönüllerini coşturur ve bu yürüyüş adeta bir güç gösterisi olur. Mahkeme yine sonuca ulaşamaz ve 9 Mayıs’a ertelenir.
Tek parti rejimi bu olaylardan çok korkar. Kendi izni olmadan çıkan bu yürüyüşü anlamlandıramaz ve Türkçülerin bu bayram havası çok sürmez, zehre çevrilir. İsmet İnönü’nün 19 Mayıs nutkunda, Türk Milliyetçileri vatan haini ilan edilir. Bunun üzerine meşhur Irkçılık-Turancılık davası açılır. Karıştırılan nokta burasıdır. İsminden dolayı 3 Mayıs’ın Irkçılık-Turancılık davası sebebiyle kutlandığı gibi yanlış bir algı vardır. Birinci dava 9 Mayısta sonuçlanmıştır. 3 Mayıstaki kalabalık sebebiyle 7 Eylül’de ikinci dava yani Irkçılık-Turancılık davası başlamıştır. Açılan Irkçılık-Turancılık davasıyla beraber dönemin önemli Milliyetçileri tutuklanır. 3 Mayıs yürüyüşünün acısı fena halde Milliyetçilerden çıkartılır. Tabutluklar ve işkenceler dönemi başlar. Bu sebepten Irkçılık-Turancılık davası, Türk Milliyetçilerinin kendi kurduğu devlet tarafından ilk defa tokat yediği olay olduğundan, Türk Milliyetçilerinin sinesinde acısı hala geçmemiştir.
3 Mayıs, birliği ve beraberliği hatırlattığı kadar, acıyı da hatırlatır. Türkçülerin her birlik olduğunda başının ezildiği ilk günlere götürür bizi. Birlik ruhunun, acıların önüne geçtiği bir gün olması sebebiyle ilk sene-i devriyesi ile beraber cezaevi koğuşunda da olsa kutlanarak günümüze kadar devam eden bir bayramı ifade eder. Atsız hoca 3 Mayıs ile ilgili şunları kaleme almıştır: “Türkçülük, tek sandığı düşmanına karşı 3 Mayıs hareketini yaparken onun çift olduğunu acı bir deneme ile öğrendi. Bu milli hareketin zaferinden korkan Türkçülük düşmanları, Türkçüleri ortaçağı andıran vahşetlerle hapse attırır ve aleyhlerinde türlü yayınlar yapılırken, onları tartışmaya çağırmak garabetini de gösterdiler. Tarih bunu bağışlamayacak ve Türkçüler günü olan 3 Mayıs, bir gün Türklerin günü olunca onlar tarihin büyük mahkemesinde layık oldukları akıbete uğrayacaklardır. Türkçüler toplu veya yalnız, her yerde 3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın hatırasını yüceltelim…”(3)
Atsız hocanın ve dönemin Türkçülerinin, bizlere miras bıraktığı bu bayramı hep beraber kutlayalım ve birlik ruhunun acıların önüne nasıl geçebileceğini hiç unutmayalım. Unutmayalım ki birliğimizi ve beraberliğimizi asla kaybetmeyelim. Bu vesileyle Türkçülüğün tarihi üzerine kısaca eğilelim.
***
Milliyet fikri en başta farklılık şuuru ile başlar. Türkler, yüzyıllar öncesinde birçok milletle karşılaşmış ve farklılık şuuruna erken bir dönemde ulaşmıştır. Tarihte ilk Türk yazılı kaynağı olarak nitelendirdiğimiz Orhun Abideleri, farklılık şuurunun ve Milliyetçilik fikrinin en temel düzeylerini işaretler. “Gece uyumadım, gündüz oturmadım. Aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim” ve “Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin!” diyen Bilge Kağan milliyetçiliğin ilk örneklerini Bengü Taşlara kazımıştı.
Türkler için farklılık şuurunun, milliyetçilik fikrine tekâmülü, sanıldığı gibi Fransız ihtilali ile başlamamıştır. Prof. Dr. İlber Ortaylı: “Fransız devrimindeki eşitlik, kardeşlik, özgürlük ilkeleri, Fransa toprağının Fransızca konuşan bütün insanlarını vatandaşlar olarak mütalaa etmekten ibarettir. Fransız devrimi kraliyetle birlikte Kiliseye karşı yapılmıştır.” (4) diyor. Gerçekten de Fransız devriminin sebeplerine bakacak olursak, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin yalnız kendileri için istendiğini görürüz. Öyle ki Fransız ihtilali ile Batının sömürge arayışlarına çıkması aynı zihniyetin ürünüdür. Çünkü eşit olan yalnız kendi vatandaşlarımızdır düşüncesini benimserler. Bu da aslında Ulus Devletler çağını başlatırken milliyetçi değil, ırkçı bir karakter göstermiştir. Fakat Türkçülük fikri, Çarlık Rusya hâkimiyetinde hürriyetlerini kaybeden Türkler tarafından ortaya atılmıştır. Yani Hürriyetçi bir temelle ortaya çıkmıştır. Yok olmamak için birlik ve beraberliğe ihtiyaç olduğunun anlaşılması ile başlar. İsmail Gaspıralı, “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” sloganıyla çıkardığı Tercüman gazetesi ile Türk Milliyetçiliğinin bayraktarı olmuştur.
Osmanlı’da Türkçülük elde kalan son kurşun olma vasfına sahip olmuştur. Tanzimat ile başlayan Osmanlıcılık akımı tesir gösterememiş, hürriyet isteyen Balkan milletlerinin isteklerine cevap verememiştir. Daha sonra denenmeye çalışılan İslamcılık akımı ise parçalanmaya giden devlete ilaç olamamış, Arapların da kopmasıyla boşa bir debelenme olduğu ortaya çıkmıştır. Elde kalan son kurşun ise ilk başlarda edebiyat alanında başlar. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Çarlık Rusya’dan Osmanlı’ya gelen Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali Turan, Zeki Velidi Togan gibi aydınlar aracılığıyla daha da hızlanır. İkinci Tanzimat’tan sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Türk Ocakları cemiyetinde Türkçülük temsil edilir. 1914’te çıkan 1. Cihan Harbi ile beraber Türkçüler cephelere koşar ve beraberinde gelen ağır yenilgiye karşı halkı Kuvâ-i Milliye’ye davet ederek, Milli Mücadele’nin ilk ateşini yakarlar ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini inşa ederler.
Türk Milliyetçiliği fikri ilk defa Ziya Gökalp tarafından sistemleştirilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün: “fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir” demesi de yeni kurulan devlette Türkçülüğün rolünü açıklar niteliktedir. Fakat Türk Ocaklarının kapatılmasıyla birlikte Türkçüler ile Türkiye Cumhuriyeti arasında mesafe gittikçe açılmış, Türkçüler silikleştirilmiştir.
Türk Milliyetçiliği fikrinin icraat aşamasına tekâmülü, Türkçülerin CKMP’ye girmesiyle başlar. Alparslan Türkeş’in liderliğini üstlendiği bu hareket, 3 Mayıs’taki başkaldırının adeta bir sonucudur. Türkçüler artık bizde varız diyorlar, Türk Devletini yönetmeye aday oluyorlardı. 1965 yılında, Türkçülerin 9 Işık doktrini ile devleti nasıl yöneteceklerini halka anlatmaya başladığı tarihtir.
Berkan Sözer’e göre: “Türkçülüğü üç bölümde inceleyecek olursak; Bilge Kağan ve öncesinden Osmanlının sonlarına kadar uzanan hissiyat aşaması, Osmanlının sonlarından 1965’e kadar fikriyat aşaması ve 1965 sonrası icraat aşaması olarak inceleyebiliriz. Bu üç bölüm Türkçülüğün tekâmül seyrini oluşturur.” Biz bu bölümden sonra Türkçülüğün muhtevası üzerinde duracağız.
Öncelikle “Türkçülük, Türk Milliyetçiliğinin adıdır.”(5) Milliyetçilik, adı üstünde milletle ilgilidir. Millet ise sosyolojinin konusudur. Bu konuda en büyük sıkıntı, millet kavramının yerine hangi kelimenin kullanılacağı üzerine olmuştur. Osmanlı’nın son zamanında müthiş bir kavram kargaşası vardı. Bugünkü manada millet, birçok kelimeyle ifade edilmeye çalışıldı. Millet din manasına ya da kültüre karşılık geliyordu. Kavim diyenler oldu, ırk diyenler oldu, soy diyenler oldu, içtimai(sosyal) ırk diyenler oldu, ümmet diyenler oldu ve millet diyen de oldu. Millet kavramı daha çok 1950’lerden sonra bugünkü anlamı ile kullanılmaya başlandı. (Her ne kadar Ziya Gökalp bunu netleştirmiş olsa da aydınlarımız bu kavramı ancak 1950’lerden sonra doğru manasıyla kabul etmeye başlamıştır.) Bu sebepten kavram kargaşasının bu kadar fazla olduğu bir toplumda, ırk kelimesini kullanan bir kişiyi direk ırkçı olarak nitelendirmek ne kadar yanlış olacaksa, ümmet kelimesini kullanan birinin de direk ümmetçi olarak nitelendirilmesi o kadar yanlış olacaktır. Fakat bu durum artık düzelmiş, kavram kargaşası ortadan kalmış, her kelimenin muhtevası birbirinden ayrılmıştır. Artık kavramları doğru yerde ve doğru anlamda kullanmamanın hiçbir izahı olamaz. Mesela “Ben ırkçıyım dedim ama senin anladığın manada ırkçıyım demedim.” demek pek akla uygun gelmiyor.
Günümüzde ise Türkçülük, Türk Milliyetçiliğinden farklıdır algısı yaratılmak isteniyor. Buna bir de Atsız hocayı alet etmek istiyorlar. Yukarıda alıntı yaptığım “Türkçülük, Türk Milliyetçiliğinin adıdır” sözü, Atsız hocaya aittir. Atsız hoca Türkçülüğü bu manada kullanmış ve söylemiştir.
Atsız Hoca diyor ki: “Türkçülük, büyük Türkeli’nde, Türk uruğunun kayıtsız şartsız hâkimiyeti ve bağımsızlığı ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür. “(6) Biraz incelemek istiyoruz. Öncelikle ülkü, insan ömrünü aşan yüce amaç ve dileklere verilen isimdir. Zaten kan ile üstünlüğü tasdik edilmiş bir ırkın üstün olmak gibi bir ülküsü olabilir mi? Yani Atsız hoca Türkçülüğü, Türk ırkının üstünlüğü olarak değil, üstün olması için çalışmak olarak görüyor. “Türkçü, milli çıkarları şahısların üstünde tutan, milli mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla savaşta korkusuz bir insandır.”(7) ve “Türkçülük bir bakıma göre de “Türk düşmanları düşmanlığı” dır. Irkımıza, devletimize, yurdumuza, mukaddesatımıza, şerefimize fenalık etmiş olan her millete, her dine, her rejime, fikre, cemiyete, ferde düşmanız.”(8) diyor. Yani Türkçülüğe, Türk Milliyetçiliğine verilen anlamdan başka bir anlam vermiyor.
Atsız Bey’in tartışılan başka yönü ise ırkçılığıdır hatta ırkçı olunması gerektiğini birçok defa vurgulamıştır. Fakat ırkçılığa ne mana verdiği bizim için daha önemlidir. Gelin hep beraber inceleyelim. Diyor ki “Irkçılık, ırkçılığın ne olduğunu bilmeyen veya bilmezlikten gelenlerin ileriye sürdüğü gibi insanları ölçüden ve laboratuvar muayenelerinden geçirerek hangi milliyete mensup olduklarını tayin manasına gelmez. Hemen hemen her ırk başka ırklarla karışmıştır. Bundan bir şey çıkmaz.”(9) ve devam ediyor: “Türk milleti, Türk kökünden gelenlerle Türk kökünden gelmiş olanlar kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelen topluluktur.”(10). Daha sonra örnek veriyor: “En büyük Türklerden biri olan Yıldırım Bayezid’in anası Türk değildi. Hangi Türkçü onu Türklük kadrosundan çıkarmıştır veya çıkarabilir? İstiklâl Marşı şairi Mehmed Akif in babası Arnavut, ülküsü de Türkçülüğe aykırı olan ümmetçilik olduğu halde hangi Türkçü Mehmed Akif için Türk değildir demiştir? Mesele Yıldırım Bayezid veya Mehmed Akif kadar Türk olabilmektedir.”(11). Görülüyor ki Atsız, günümüzde anladığımız manada bir ırkçılıktan bahsetmiyor. Peki, nasıl bir ırkçılıktan bahsediyor ona bakalım: “Irkçılık ilk önce bir milli savunma vasıtasıdır: Türk elindeki azınlıkların kendi aralarında gizlice yürüttükleri ırk şuuruna karşı bir korunma tedbiridir.”(12) ve “Irkçılık en nihayet bir tarihi şuur meselesidir. En eski Türk devletlerinden başlayarak, kısa ömürlü cumhuriyet devrinin sonuna kadar gördüğümüz binlerce örnek, devlette mühim mevkilere geçirilen yabancı kanlıların ihanetlerini göstermektedir.”(13). “Irkçılık, milleti parçalamak değil, mütecanis bir millet kurmak ülküsüdür.” (14)
Nihal Atsız’ın heyecan ve aksiyonundan etkilenmemek mümkün değildir. Bu sebepten Türk Milliyetçiliğinin büyük bir abidesi olarak gönlümüzdeki yerini her zaman koruyacaktır. Atsız’ın adını kullanarak Türkçülüğü çarpıtmaya çalışan “futbol taraftarı ruhlular” Atsız’ı yıpratmakta ve yanlış göstermektedir. Nihal Atsız Bey, en başta Türk’e düşman olana düşmandır. Irkçılık diye adlandırdığı kavramı da Türk Tarihinden çıkarmıştır. “Eline, Diline, Beline sahip çık” felsefi temeline oturan bir ırkçılık tahayyül etmiştir. Kaybolmamak için dikkatli olmamız gerekir, der. “Atsız Bey’in hiçbir yazısında ve konuşmasında, antropolojik bir ırkçılık yoktur. Herhangi bir insanın, kafasının şekli, gözünün rengi veya boyutundan ötürü Türk sayıldığı veya Türklük dışına atıldığı görülmemiştir. Nihal Atsız, mutlaka bir kelime bulmak gerekiyorsa, bir –Tarih Irkçısı-dır.”(15)
Nihal Atsız, insan haklarına saygılı fakat kendi milletine saygı göstermeyenlere düşman olan bir aydınımızdır. Zaten olması gereken bu değil midir? Ömrü boyunca bize yapılan düşmanlıklara niye sessiz kaldığımızı sorgulamıştır. Kendisi tepki gösterdiğinde ise suçlu ilan etmediniz mi? Nihal Atsız, esasında Türk’ün romantizmini temsil eder fakat yaşadığı dönemde gerekenleri yapmaktan korkanlar sürüsüyle ömür sürdüğünden, o deruni Türk aşkından ilhamını alarak, korkusuz bir cengaver olmuştur. Yalnızlık onu sert bir granite çevirmiştir, oysa romantizmi ile birleşen Türk aşkı olmasa bu eserleri verebilir miydi? Size bir örnek olsun, kendisi anlatıyor: “Üç Amerikan çavuşunun Türk bayrağını yırttığını gazetelerde okudum. Bence bu Amerikalılara ceza verirseniz anlamazlar. Çünkü bayrağın ne olduğunu anlamayacak kadar ahmaktırlar. Vietnam savaşını protesto ederken adliyede kendi bayraklarını indirerek Kuzey Vietnam bayrağını çekecek kadar alçalan bir milletten ne beklersiniz? Bayrak kimin olursa olsun, ona hakaret edilmez.”(16) . Bu cümleleri kuran birisi Türk’ten başka herkesin hayat hakkını yok etmeyi, onları ezmeyi ya da küçük düşürmeyi düşünülebilir mi?
Farz edelim ki Atsız için yaptığımız bütün tespitler yanlış. Atsız antropolojik manada ırkçılık yapan, Türk’ten başka kimseye hayat hakkı tanımayan, olmaz ya, kanı Türk olan herkesi diğer bütün insanlardan üstün sayan birisi olsun…(Olmaz çünkü Atsız, birçok Türk’e cephe almış ve düşman olmuştur. Türk’e düşman olanın Türk olup olmaması onu ilgilendirmez.) Sırf Atsız böyle düşünüyor diye hakikati ret mi edeceğiz? Bu konuya niye giriyorum? Yanlış tanıtılan Atsız’ın yanlış olduğunu anlayın diye. Düşünüp doğruyu bulalım diye Allah bize akıl vermiş. Böyle olduğu halde sırf hislerimizden dolayı yanlışta saplanıp kalmayalım. Böyle bir tartışma olduğunda aklıma hep şu ayet gelir: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyunuz’ dendiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Ya ataları akıllarını kullanamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler de mi?”(Bakara-170) Gerçekten de skolastik yaklaşıma dinamit etkisi yapan bir ayet olması itibariyle hakikati ararken sorgulamanın gerekliliğini bize bildiriyor.
Atsız Bey’in adını kullanan Irkçılar: ‘‘Bütün ırkları, üstün olan Türk ırkının kölesi yapacağız” diyor. “Nerde kaldı Türklüğümüz, töre nerde, adaletimiz nerde, ülkülerimiz nerde? Bu töresizler daha Türk olamamışlar, Türk’ün töresinden, adaletinden, ülküsünden habersizler, bir de Türk için kan ırkçılığı yapmaya çalışıyorlar. Ne fikir üretebiliyorlar ne de Türk Milleti’nin sorunlarına çözüm üretebiliyorlar” (17). Bir kere bu ilme, insanlığa, Türkçülüğe aykırıdır. Atsız’a zaten aykırıdır. Atsız’a aykırı olmasa da yanlıştır. Türk Milliyetçiliği fikri kişi üzerine inşa edilemez, millet üzerine inşa edilir. Millet ise sosyolojinin konusudur. Atatürkçülük, Atsızcılık, Türkeşcilik diye bir fikir olmaz, eğer böyle yaparsanız fikri statik hale getirmiş olursunuz, statükoyu doğurursunuz. Zaten Atsız Bey’in en çok kızdığı grupların başında Kemalistler gelir. Atatürkçülükten başka hiçbir prensip tanımadıklarını söyleyenlerin Atatürk’ün adını unutturmak için elinden geleni yaptıklarını iddia eder. Muhakkak ki bunu Atatürk’ü yanlış göstererek yapıyorlar. Bugün Atsız’a yapılan da aynıdır. Atsızcılık safsatasıyla “Mistik Önder”(18)imizi yanlış gösteriyorlar.
Fikir yaşayan ve gelişen bir müessesedir. Bu sebepten yaşar ve gelişir. Çağın şartlarına göre kendini geliştiremeyen ve çözümlerini çağa uygun yapamayan her fikir ölür. Türk Milliyetçiliğin(Türkçülüğün) farkı kendisini kişiler üzerine bina etmemesi ve çağın önünden yürüyebilmesidir. Oğuz Kağan’dan, gelecek nesillerimize kadar ömrü Türklük ile hemhâl olmuş abide şahsiyetlere ve onların mirasçılığına layık olmaya çalışan tüm Türkçülere selam olsun! Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin!
KAYNAKÇA
(1) https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d06/c027/b077/tbmm060270770025.pdf
(2) Nihal ATSIZ, Şükrü Saraçoğlu’na Açık Mektup, Orkun, 16 Şubat 1951, Sayı: 20
(3) Nihal ATSIZ, 3 Mayıs 1944, Kür Şad, 1946, Sayı: 2
(4) İlber ORTAYLI, Milliyetçilikler Dönemi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 1. Baskı Ocak 2018
(5) Nihal ATSIZ, Türkçülük, Orkun, 10.sayı, 1 Ekim 1943
(6) Nihal ATSIZ, Türkçülük, Orkun, 10.sayı, 1 Ekim 1943
(7) Nihal ATSIZ, Türkçü Kimdir?, Orkun, 20 Ekim 1950, Sayı: 3
(8) Nihal ATSIZ, Veda, Orkun Dergisi, 18 Ocak 1952, Sayı: 68
(9) Nihal ATSIZ, Veda, Orkun Dergisi, 18 Ocak 1952, Sayı: 68
(10) Nihal ATSIZ, Türk Halkı Değiliz, Türk Milletiyiz, Ötüken, 1969, Sayfa: 1(61)
(11) Nihal ATSIZ, Türk Halkı Değiliz, Türk Milletiyiz Ötüken, 1969, Sayfa: 1(61)
(12) Nihal ATSIZ, Veda, Orkun Dergisi, 18 Ocak 1952, Sayı: 68
(13) Nihal ATSIZ, Veda, Orkun Dergisi, 18 Ocak 1952, Sayı: 68
(14) Nihal ATSIZ, Milli Birlik, ORKUN, 1951, Sayı:21
(15) Galip ERDEM, Suçlamalar-2, Irkçılık, Nihal Atsız, 2015 3. Baskı
(16) Nihal ATSIZ, 68. Vilâyete Seyahat, Ötüken, 1969, Sayı: 12
(17) Ali BÜBER, Türk Milliyetçiliği ve Irkçılık, Yeni Ufuk Dergisi, Ocak 2016, Sayı 18
(18)Ahmet Bican Ercilasun, Atsız-Türkçülüğün Mistik Önderi, 1. Basım, 2018