I
Faşizm suçlaması diğer bütün suçlamalardan daha yaygındır. Yalnız milliyetçileri değil, çok defa birbiriyle hiç ilgisi olmayan zümreleri ve şahısları da içine alır. Yine faşizm konusu çok meraklı bir hikâyedir. Tamamını anlatmağa kalkışsak, “Ciltlere sığmayan bir kitap” olur. Özetlemekle yetineceğiz…
En eskisinden başlayarak siyasi partilerimizin durumuna bakalım: CHP kurulduğu günden itibaren faşizme karşıdır. Yetkili temsilciler faşizm üstüne pek okkalı nutuklar çekmişlerdir. Başkalarını faşistlikle suçlamışlardır. Ama diğer bir açıdan bakılınca özellikle Marksist çevrelere göre CHP faşist bir partidir! AP de faşizme karşıdır. Her fırsatta medeniyetçi olduğunu ilan eder; hem komünizme hem de faşizme güzelce söver. Ama Marksistlerin ve bir bölük CHP’linin gözünde AP faşist bir partidir. DP de faşizme karşıdır. Mesela bu partinin en büyüklerinden birisi AP iktidarının İçişleri Bakanı iken, komünistlerle milliyetçi gençler arasındaki bir çatışmayı şöyle yorumlamıştı: “Komünistlerle faşistler dövüştü. Hükümet olarak iki tarafı da ezecek kudretteyiz! Ama AP’lilere göre, faşist bir partidir. MGP’nin faşizme karşı olmadığını hiç kimse ileri süremez! Hele Sayın Genel Başkan Feyzioğlu, “Düğün değil bayram değil eniştem beni niye?” sözünü hatırlatacak bir şekilde hem komünizme hem de faşizme karşı olduğunu söyler yine de Marksistlerin ve “ortanın solcusu” CHP’lilerin gözünde, MGP faşist bir partidir. Faşizm suçlamalarının en çok yöneldiği başlıca siyasi kuruluş sayılan MHP de faşist olmadığını açıklamış Türk Milliyetçiliği ile faşizmin farklarını sık sık belirtmiştir. Ama hemen hemen bütün siyasetçilerin yüksek görüşlerine göre MHP faşist bir partidir. Ayrıca anlatmak ihtiyacını duymadığımız küçük partiler, yani YTP, MP ve BP için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Sonuç; memleketimizde ki bütün partiler faşizme karşıdır ve aynı zamanda bütün partilerimiz faşisttir!
Sendikalarımızdan da bir misal verelim. Türk-İş faşizme karşıdır. Sayın Demirsoy ve Sayın Tunç, böyle olduğunu daima ifade etmişlerdir. Ama cümle Marksistlere ve DİSK’e göre, Türk-İş faşist bir sendikadır! Toplumumuzun bütün kesimlerini incelesek hep aynı sonuçla karşılaşacağız. Komünistler hariç, herkes hem faşisttir, hem de faşizme karşıdır… Şimdi şu soruyu mutlaka cevaplandırmak gerekiyor: Böylesine bir tuhaflığın, karışıklığın, tutarsızlığın sebebi nedir? Sorumuzun cevabını, akıl ve mantık ölçülerine bağlı kalarak vermeğe çalışacağız.
Komünist bir ülkede komünizmin karşısına çıkmak ayıplanacak bir tutumdur ve üstelik suçtur. Fakat komünist olmayan bir ülkede her hangi bir insanı “Antikomünisttir” diyerek suçlamak ve ayıplamak elbette mümkün değildir. İşte komünizm propagandasının ustaları, komünizme karşı çıkılmasını suçlamaya yarayacak ve özellikle saf aydınlar tarafından benimsenecek bir deyim aramış ve sonunda en münasibini bulmuşlardır. Buldukları deyim, faşizmdir. Niye faşizm? Başlıca iki sebep var. Bir: Sovyet ihtilalinin gerçekleşmesinden sonra komünistler, İtalya ve Almanya’daki yoldaşlarından zafer bekliyorlardı. Her iki ülkenin durumu son derece elverişli idi. Komünistlerin güçlü teşkilatları vardı. Eylem üstünde idiler. Çevrelerine korku saçıyorlardı. İktidar koltuğu çok yakın görünüyordu. Böyle bir durumda ilk büyük darbeyi İtalya’da yediler. Komünistlerin üzerinden silindir gibi geçen hareketin adı “Faşizmdi”. Böylece, 1922 yılından itibaren, komünizm propagandasının ustaları olanca güçleri ile faşizm kelimesine yüklendiler. Komünizm karşısına çıkan her insana faşist, her görüşe faşizm dediler, öyle ki, kapitalist ve kapitalizm kelimeleri bile ikinci plana düştü. Faşizm deyiminin seçilmesindeki diğer sebep İkinci Dünya Harbi ile ilgilidir. Amerika, İngiltere ve Fransa, Almanlar ve İtalyanlarla savaştıkları sürece düşmanlarını yıpratacak propaganda sloganları arasında en çok faşizmi beğendiler. Çünkü faşizm, komünizm propagandacıların elinde iyice işlenmiş, kullanılmağa hazır bir duruma gelmişti. Üstelik harp boyunca Sovyetler ‘in müttefiki idiler, ortak bir propaganda sloganı bir bakıma dostluğun icabı sayılıyordu. Rublelerden sonra Dolarlar, Sterlinler ve Franklar da faşizmin kötülüğünü anlatmağa girişince, komünistlerin eline hiç tükenmeyecek bir hazine geçti, aslında Batı demokrasileri ile komünistlerin faşizmden anladıkları tamamen farklı idi. Batılılar “Faşizm” deyimini insan haklarına saygısız ve demokrasiye düşman bir düzeni kötülemek için kullanıyorlardı. Komünizmin insan haklarına ve demokrasiye en az faşizm kadar düşman olduğunu o yılların şartları içinde hatırlamıyorlardı. Savaş bitti, cepheler ayrıldı. Komünistler faşizm suçlamasını, eski müttefikleri de dâhil olmak üzere komünizmin karşısına çıkan bütün insanların boynuna rahatça astılar. Komünistlerin sözlüğünde faşizm, antikomünizm manasına gelir. Faşizm suçlamasının Türkiye’mizdeki uygulanması da daima bu manaya bağlı kalmıştır. Kısa bir özet bilgi edinmek açısından eksik kalsa bile yine de ibret vericidir. Atatürk, Kurtuluş Mücadelesi boyunca, bir “Burjuva Devrimcisi” sayılmış ve açıkça suçlanamamıştır. Ama komünistlerin karşısına çıkınca faşist damgasını hemen yemiştir. Tek parti iktidarı boyunca komünizm propagandası ve faşizm suçlamasının kudret sahiplerine dokunmadan geçtiği ve ancak dolaylı çalışabildiği bir gerçektir. Bununla birlikte iktidar gücünden yoksun Türk milliyetçiliğiyle ve onunla ilgisi olmayan komünizm aleyhtarlarına karşı düzenlenen saldırıların baş sloganı yine “Faşisttir”. Tahmin ettiklerinizi anlayıp, aklınıza hiç gelmeyecek birkaç örnek vereyim; Nazım Hikmet, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na “Faşist” diyerek sövmüştür. Yine o yılların hızlı komünistleri Hasan Ali Yücel ve Behçet Kemal Çağlar’a bile faşist demişlerdir. 1937 yılında “Antifaşist Bibliyoteği-I” başlığı ile yayınlanan bir kitapta tanıtılan iki korkunç faşistten biri Peyami Safa, diğeri Yunus Nadi’dir. (Bay Nadir Nadi’nin babası.) 1946 yılından sonra kimlerin faşistlikle suçlandığını araştırırsanız, şu sonucu elde edersiniz: Komünizmin karşısına kim çıkmışsa, komünizm propaganda faaliyetlerinin önlenmesini kim istemişse dünya görüşüne felsefesinin ve inancının ne olduğuna asla bakılmadan faşist! damgasını yemiştir. Mesela İsmet İnönü, ömrü boyunca sola açık kalmış olmasına rağmen, Başbakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı yıllarında bazı komünistlerin mahkûmiyetini önlemediği için faşist sayılmıştır. Şimdi bile tamamen temize çıkmış değildir. 1946-50 arasının CHP’nin siyasetçilerinden Şükrü Saraçoğlu, Recep Peker, Reşat Şemsettin Sirer, Şevket Raşit Hatiboğlu, Şükrü Sökme, Nevzat Tandoğan vs. sırf komünizme karşı olmalarından ötürü, “Faşist” sayılmışlardır. Komünistlerin faşist dediği kimselerin pek çoğu komünizme karşı olmanın dışında hemen hiçbir noktada ortak değildirler. Milliyetçisi, beynelmilelcisi, dindarı, dinsizi, kapitalisti, devletçisi, masonu, hatta sosyalisti bile vardır, AP Genel Başkanı malum Süleyman Demirel’e faşist diyenler, CHP’li Nihat Erim’e de, silahlı kuvvetlerimizin şerefli komutanlarına da, Milliyetçi Hareket Partisi’nin Genel Başkanı Alparslan Türkeş’e de “Faşist” demişlerdir.
II
Sorumlu siyasetçilerimizin ve diğer bazı yetkililerin “Faşizm” sözünü komünistler gibi anlamaları mümkün olamaz. Çünkü bir önceki yazıda kısaca açıklamağa çalıştığımız üzere kendilerinin de anti-komünist olduklarını ve faşist sayıldıklarını bilmek zorundadırlar. Ama buna rağmen Türk milliyetçilerinin faşistlik suçlanması hala bitmemiştir. Hele son günlerde, mesela AP Genel Başkanı Bay Süleyman Demirel hemen her konuşmasında komünizmle faşizmi adeta birbirine yapışık ve biri diğeri kadar zararlı tehlikeler gibi göstermektedir. Sorumlu siyasetçilerimiz ve diğer bazı yetkililer, acaba, hangi manada kullanıyorlar. Akla en yakın ihtimal faşizmin, özellikle Batı demokrasileri tarafından geliştirilen bir anlayışa göre tarif edildiğidir. Bu anlayış içinde, anti-komünist olan fakat demokrasinin başlıca ilkelerini uygulamayan rejimlerin adı faşizmdir; böyle bir rejime taraftar şahıslara ve teşekküllere de faşist denmektedir. Konuyu tam bir dürüstlükle ortaya koyacağız. Önce şu soruya cevap arayalım: Türk milliyetçilerine, Amerikan ve Batı demokrasilerinin geliştirdiği anlayışa bağlı kalınmak şartı ile faşist demek mümkün ve doğru mudur? Ayrıntılarına geçmeden, varılacak sonucu bir cümle içinde özetleyelim: Sorumlu siyasetçilerimiz ve diğer bazı yetkililer, milliyetçileri bu manadaki bir faşizmle suçluyorlarsa ciddi bir dayanaktan yoksundurlar. Çünkü Türk milliyetçileri bugüne kadarki mücadelelerinde hiç bir zaman demokrasi düşmanlığı yapmamışlardır.
Milliyetçileri, demokrasi konusundaki tutumları açısından suçlamak eğer mevcutsa, tek bir zümrenin hakkıdır. Öyle bir zümre ki, gayet özel bir görüşe bağlı kalarak mutlak bir demokrasiyi hayatın en kutsal ülküsü bilecek ve böyle düşünmeyenleri faşist sayacaktır! Gerçekten Türk milliyetçileri, elbette çoğunluğu kastediyoruz, demokrasinin bir ülkü olduğuna ve diğer bütün değerlerin üstünde tutulması gerektiğine inanmamışlardır. Türk milliyetçilerinin ülküsü milletimizi kıyamete değin yaşatmak ve yükseltmektir. Bize göre demokrasi, sadece bir vasıtadır, milletlerin idaresi için tarih boyunca denenmiş çeşitli rejimlerden biridir ve gerekli şartların hazırlanması halinde en iyisidir. Ama milletimizin varlık davası tehlikeye girer de, ya demokrasiden vazgeçmek veya tehlikeye boyun eğmek zorunda kalırsak, hiç tereddütsüz demokrasiyi feda ederiz. Milletimizin bağımsızlığı ile fertlerin hürriyetleri arasında bir seçme yapmak mecburiyeti doğarsa, demokrasinin yüksek ilkelerini hiç düşünmez, fert hürriyetlerinin kısıtlanmasını isteriz. Kısacası milletimizi yaşatmak için ölürüz, fakat demokrasi uğruna sadece konuşuruz. Şimdi karışıklığı çözelim: Türk milliyetçilerini faşistlikle suçlayan sorumlu siyasetçilerimiz ve diğer bazı yetkililer, yukarıda kısaca belirttiğimiz “gayet özel görüşe” bağlı mıdırlar, demokrasinin biricik ülkü ve en üstün değer olduğuna inanıyorlar mı? Eğer inanıyorlarsa, kelimenin kaynağında manayı değiştirmelerine rağmen, milliyetçileri faşistlikle suçlamalarını haklı sayacağız, oysa açıklanmasına ayrıca ihtiyaç duyulmayacak kadar kesin bir gerçektir ki, sorumlu siyasetçilerimiz ve diğer bazı yetkililer, demokrasinin bir ülkü olduğuna asla ve iyi ki inanmamaktadırlar. Eğer böyle bir yanlışa inansalardı. “Milletimizin yüksek menfaattarını” ve “Memleketimizin özel şartlarını” sık sık öne sürmez, “En üstün değer” demokrasinin başlıca ilkelerini sık sık rafa kaldırmazlardı.
Ayrıca, sırf demokrasiyi bir gaye değil vasıta saydığımızdan ötürü faşistlikle suçlanıyorsak, yalnız bırakılmamamız ve ortaklarımızın da söylenmesi, dürüstlüğün kaçınılmaz gereğidir. Ortaklarımız kimler midir? En başta büyük kurtarıcı Atatürk! Atatürk çağında demokrasi ilkeleri uygulanmıştır. Başlıca hedefler Türk milletinin “Muasır Medeniyet” seviyesine ulaştırılması ve inkılapların yerleşmesidir? Atatürk, demokrasi diye bir ülkü tanımamış ve onu bir vasıtadan ibaret görmüştür. Şartları uygun bulsaydı, demokratik bir düzen kurmayı elbette deneyecekti olmadı. Serbest Fırkanın kapatılması demokrasi ilkelerine hiç şüphesiz aykırıdır. Bin bir misalle ispatlanabilir ki Atatürk, Türk milletinin yaşaması ve yükselmesini demokrasi ilkelerine bağlılıktan üstün tutmuştur. Türk milliyetçilerine, demokrasiye sevdalı olmamalarından ötürü faşist diyenler varsa, Atatürk’ü de suçlamış olacaklardır. Açıkça söylemeğe cesaret edememeleri sonucu değiştirmez, anlayışlarında böyle bir tutum saklıdır.
12 Mart muhtırası ve sıkıyönetim uygulaması da demokrasi ilkelerine aykırıdır. Demokrasiyi asla dokunulmaz yücelikte bir değer sayan ve böyle düşünmeyenlere faşist diyenlerin, 12 Mart’ı ve sıkıyönetim uygulamasını da faşizmle suçlamaları gerekir. Ama milletimizin mutlak çoğunluğu ve bütün Türk milliyetçileri, 12 Mart muhtırasının ve sıkıyönetim uygulamasının milletimizi büyük bir felaketten kurtardığına inanmakla, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teşekkür etmektedirler. Demokrasi ilkelerinin zedelenmesi umurlarında bile değildir. Türk milliyetçilerini faşistlikle suçlayan sorumlu siyasetçilerden hiçbirisi, 12 Mart’ın karşısına çıkmamıştır. Tam tersine, 12 Mart sonrası hükümetlerinde görev almış, sorumluluğu paylaşmışlardır. Sıkıyönetim, her defasında, TBMM’nin verdiği oylarla uzatılmıştır. Yani, Türk milliyetçilerini faşistlikle suçlayanların hepsi, ya demokrasinin bir ülkü olduğuna inanmayan kimselerdir veya bağlandıkları en üstün değere korkaklıkları yüzünden ihanet eden yüreksizlerdir!
Buraya kadar yazdıklarımızın değerlendirilmesinden çıkan sonuç şudur: Türk milliyetçilerini “Faşizm” ile suçlayan sorumlu siyasetçilerimiz ve diğer bazı yetkililer, “Faşizm” kelimesini demokrasi ilkelerine mutlak şekilde bağlanmamak manasında kullanamazlar. Şu halde, soruyu tekrar edeceğiz: Çok sayın suçlayıcılar, faşizm derken ne anlıyorlar, milliyetçilikle faşizm arasında nasıl bir ilgi kuruyorlar? “Diğer yetkililer” in yanlış bir zannını gelecek yazımızda anlatacağız. Şimdi, sorumlu siyasetçilerimizin suçlamalarındaki gerçek sebepleri açıklayacağız. Faşizm suçlamasına katılan siyasetçilerimizin büyük çoğunluğu, milleti sevmek ve yükselmesi için çalışmak manasında değil, fakat bir dünya görüşü olarak milliyetçiliğin karşısındadırlar. Fakat milliyetçilik özellikle çağımızda, hiçbir siyasetçinin iktidara gelinceye kadar komünistlerin bile doğrudan doğruya kötülemeğe cesaret edemeyeceği büyülü bir kelimedir. İşte bu yüzden, milliyetçi dünya görüşüne karşı olan siyasetçiler, ya “Aşırı milliyetçilik” “Demokratik milliyetçilik” gibi deyimlerin arkasına gizlenmiş veya milletin çoğunluğunu rahatsız etmeyecek “Mahkûmiyeti, kesinleşmiş” kelimeler aramışlardır. Faşizm bu kelimelerden biridir. Oyun siyasetçilerimize yakışacak bir ustalıkla sahneye konur: Aslında suçlanan milliyetçi görüş ve davranışlardır. Kullanılan kelime faşizm veya diğer bir benzeridir.
Sorumlu siyasetçilerimizin bir kısmı da temelde milliyetçidirler. Ama bilgilerinin yetersizliğinden ötürü, beyinleri yıkanmıştır. Çevrelerinin dışında kalan milliyetçilere “Faşist” damgasını vurmaktan sakınmamışlardır.
Nihayet sorumlu siyasetçilerin, “Faşizm” suçlamasına katılan son bir bölümü vardır ki Türk milliyetçilerini en fazla üzen bir kötü davranışın içindedirler. Bu son bölüme girenler, temelde milliyetçi oldukları gibi, bilgileri de yeterlidir. Milliyetçiler arasında, kendilerinin anladığı manada, hiç bir faşistin bulunmadığını tespit etmişlerdir. Yazık ki ülkücülükleri yoktur. Siyasetteki hesapları ile inançları çatıştığı vakit, siyaseti üstün tutarlar. Seçtikleri partilerin, milliyetçi çevreler özellikle gençler tarafından desteklenmemesinden gocunur, kendilerine de faşist diyenlerin milliyetçi çoğunluğu faşizmle suçlamasına katılırlar. Yalnız şahısların ve kuruluşların adını açıkça belirtmekten çekinirler: yine de kimlerin kastedildiğini herkes anlar, zaten istedikleri de budur. Ümidimiz, her şeye rağmen diğerlerinden ayrı gördüğümüz bu zümrenin küçük dünyanın pis hesaplarına takılmaktan bir gün vazgeçeceğidir.
[1] Galip Erdem, bu yazı dizisini İlteriş Metin müstear ismiyle yazmıştır
İlteriş Metin[1], Devlet, 7 Ağustos 1972, Sayı: 151
Devlet, 21 Ağustos 1972, Sayı: 152