Sorsam: Yeni zamanların en korkunç hastalığı hangisidir? Hemen herkes, bir saniye bile düşünmek ihtiyacı duymadan aynı cevabı verecek: Kanser. Olmadı işte, yanlış bir cevap bu! Yeni zamanların en korkunç hastalığı kanser değildir. Ya, nedir? Ne olacak, can sıkıntısı!
Kanserin nasıl biteceği, hattâ çoğu zaman ne kadar süreceği bellidir. Hasta, olağanüstü bir iltimasa nail olmadığı takdirde, mutlaka öleceğini bilir. İşlerini buna göre düzenler, hazırlığını yapar. Vakti dolunca da kaderine boyun eğer: Hem ağlar, hem gider. Buna karşılık can sıkıntısı hastalığında böylesine bir intizam, böylesine bir usluluk ararsanız boşuna zahmete girmiş olursunuz. O bir afettir ki, ne zaman geleceği, ne yapacağı, ne zaman gideceği hiç belli olmaz. Bazen öldürür, bazen çıldırtır. Bazen de öldürtür!..
Canımız niçin sıkılır, neye sıkılır, kimlere sıkılır? Peki ama bunu anlatmak neye yarar? Haftanın bir pazarında keyfinizi kaçıracağım, zaten sıkılan canınızı biraz daha sıkacağım da elime ne geçecek sanki. İyisi mi, “Canı sıkılan adam”ın masalını yazayım. Belki bir parça eğlenir, canınızın sıkıntısını unutursunuz.
Akıllı bir kaptan, yeni bir sefere hazırlanıyormuş. Devrinin âdetine uyarak, tayfa toplamak üzere sahil kahvelerini dolaşmaya çıkmış. Şansı yokmuş o gün, bir hayli dolaştığı halde kimse bulamamış. Nihayet, son gittiği kahvede üç kişi görmüş. Genç, gürbüz, güçlü kuvvetli üç adam… Akıllı kaptan, içlerinden birine sormuş:
-Üç gün sonra sefere çıkacağım. Adama ihtiyacım var. Benimle gelir misin?
-Gelirim, efendim!
-Peki, ne işe yararsın?
-Gayet keskin gözlerim vardır, efendim. Hiç kimsenin göremeyeceği kadar uzakları görürüm.
Kaptan; âlâ, içinden: “Zaten iyi bir gözcü arıyordum.”Sonra ötekine dönmüş:
-Sen de gelir misin?
-Gelirim, efendim.
-Peki, ne işe yararsın?
-Kulaklarım çok hassastır. Yere bir iğne düşse, sesini duyarım.
Kaptan, hassas kulaklıyı da almış. Sıra, üçüncüye gelmiş.
-Ya sen, sen de gelir misin benimle?
-Gelirim, efendim.
-Söyle bakalım, sen ne işe yararsın?
-Ben mi, efendim? Benim de ara sıra canım sıkılır!
Akıllı kaptan, bu cevaba pek şaşmış:
-O ne biçim laf öyle? Can sıkıntısı neye yarar ki?
-Yeri gelince çok işe yarar, efendim.
Aradan üç gün geçmiş, hazırlıklar tamamlanmış, gemi de denize açılmış…
Marifetli üç tayfa yan gelip oturuyor, hiçbir işe el sürmüyorlar. Zaten akıllı kaptan da marifetli tayfalarını el üstünde tutuyor, tembelliklerine aldırmıyor, zamanı gelince işe yarayacaklarını düşünüyor…
Fırtınalı bir gün. Dalgaların gürültüsünden başka hiçbir şey duyulmuyor. Koyu da bir sis var. Gözünün önünü görmek mümkün değil. Akıllı kaptan, düşe kalka güverteye çıkmış, marifetli tayfalarının yanına gitmiş. Önce “ keskin göz”e seslenmiş:
-Hele bak, neler göreceksin?
Keskin göz, elini alnına siper etmiş, başlamış saymaya:
-Kaf Dağı’nın ardını görüyorum! Kaf Dağı’nın orda peri padişahının sarayını seyrediyorum! Şimdi, sarayın 99’uncu odasındaki peri padişahının kızına bakıyorum. Oturmuş, gergef işliyor.
Tam o sırada “hassas kulak” söze karışmış:
-Şu anda, peri padişahının kızı elindeki tığı yere düşürdü. Çünkü tınnn… diye bir ses duydum!
Dalgalar gibi kabaran öfkesini güçlükle bastıran akıllı kaptan, “canı sıkılan adam”a dönmüş:
-Haydi bakalım ahbap, sen de göster marifetini!
“Canı sıkılan adam” garip garip boynunu bükmüş:
-İşimin ne olduğunu daha önce de arz etmiştim, efendim. Şu herifler hep böyle palavra atar, benim de işte buna canım sıkılır…
21 Temmuz 1963, Yeni İstanbul