Yazıya nereden başlasam diye düşünüyorum uzun zamandır. Her yanımız ateşle çevrilmişken, nefes dahi alamadığımız bir dönemde görevini yaptığı için, Batı’ya yaranmak amacıyla hem de Mustafa Sabri’nin fetvâsıyla asılmasını nasıl anlatmalıyım Boğazlıyan Kaymakamı Şehit Mehmet Kemal Bey’in…

1299’da kurulan Osmanlı Devleti’ne 19. yüzyıl hiç iyi gelmemişti. Cepheden cepheye koşuyor, vatan dediği her yeri savunmak için büyük çaba gösteriyordu. Türk milletinin evlâtları Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar her cepheden vuruyor, vuruluyor ve çöküşümüz her geçen gün netleşiyordu. Henüz daha sıra Anadolu’ya gelmemişti ve biz çok büyük topraklar kaybetmiştik. Kaybettiğimiz insanlarımızın sayısı ise yüzbinlerle ifâde ediliyordu.

Bizi yüzyıllarca yönettiğimiz coğrafyalardan hepsi birden birleşerek atanların gözü şimdi de Anadolu’daydı. Balkan Savaşları’nda aldığımız ağır yenilginin ardından artık Türkler geldikleri yere “Türkistan” bozkırlarına sürülmeliydi.

Kaybedecek bir şeyi kalmamıştı Türklerin. Son vatan parçası savunulacaktı. Dışarıdan gelen tehlikelere karşı mücâdeleyi yapmak için her alanda çalışmalar yapılıyordu. Peki “içerideki” tehlikeler nasıl bertaraf edilecekti? Siz cepheye savaşa giderken köyleri basanlar, insanları katledenler, düşmana dostluk yapanlar ne olacaktı?

Yıllarca devletin birçok kademesinde görev yapan ve “Millet-i Sâdıka” denilerek Osmanlı’ya sâdık oldukları ifâde edilen Ermeniler, özellikle Doğu bölgelerimizde büyük katliamlara başlamışlardı. Türkler onlarca cephede âdeta nefes dahi alamazken, Ermeniler Batı’nın da şımartmasıyla kendilerinin olduğunu iddia ettikleri toprakları almak için ciğerimizi deliyordu. Kazım Karabekir şu şekilde anlatıyordu: “Şehre yaklaştık, uzaktan baktık, insanlar beni gülerek karşılıyor. Bir tuhaflık vardı. Bu insanlar hiç kımıldamıyordu. Yakına varınca gördük. Her biri Ermeniler tarafından canlı canlı kazığa oturtulmuştu. Ölürken acıdan yüzleri kasılmış, uzaktan gülüyor gibi görünüyorlardı. Allah benim gözlerimin gördüklerini dünya gözüyle kimseye göstermesin.’’

Osmanlı Devleti 24 Nisan 1915’te Ermeni Sevk ve İskân Kânunu’nu hayata geçirdi. Ermeniler bulundukları bölgelerden başka bölgelere nakledilmeye başlandı. Elbette kolay bir iş değildi. 1900’lü yılların başındaki teknik altyapı eksikliği ve birçok eksikle bu sevkler yapıldı. Yollarda ölen insanlar da oldu. Ama Osmanlı’nın sâdık millet dediği Ermenilerin öldürdüğü kadar değil!

Bu sevk ve iskân politikası sâyesinde birçok tehlike bertaraf ediliyordu ve Türkiye adım adım Kurtuluş Savaşı’na hazırlanıyordu. İşte tam da bu dönemde Yozgat Mutasarrıfı ve Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in yargılanması istendi. Gerekçe, Kemal Bey’in verilen emri yerine getirmesi olsa da içini birçok yalan ve saçma suçlamayla doldurmuşlardı. Birileri “kurban” istiyordu.

Ne tesâdüf ki iktidarda Damat Ferit Paşa hükümeti vardı. Millî bağımsızlık, egemenlik, vatan, devlet gibi kavramlara yabancı olan Damat Ferit Paşa ve avenesinin kararıyla yargılanmak üzere 7 Ocak 1919’da gözaltına alındı.

Dâvâlar başladığında olağanüstü şeyler oluyordu. Türk devlet adamı Mehmet Kemal Bey’e cezâ verilmesi için uğraşılıyordu. Dâvâyla ilgili Doç. Dr. Nejdet Bilgi şöyle yazıyor: ‘’Sıkıyönetim Mahkemesi’nin yargılama sürecinde şâhitlerle ilgili tutumu da oldukça dikkat çekicidir. Dâvâ sürecinde, müdâhil avukat sıfatıyla ithamlarda bulunanların dışında, mahkemede şâhit sıfatıyla yirmi beş kişinin adı geçmektedir. Bunların yirmi ikisi müştekî olarak mahkemede bulunan Ermenilerin şâhididir. Sadece üç tanesi sanıkların şâhididir. Savunma şâhitlerinin üçü de dâvâdan cezâ almadan kurtulan, üçüncü sanığın dinlenmesini istediği kişilerdir. Yani cezâ alan sanıkların dinlenmesini talep ettikleri şâhitlerden bir tanesi bile dinlenmemiştir. Aleyhteki yirmi iki şâhitten on dördü Ermeni, biri Rum ve biri İngiliz’dir. Yine bu yirmi iki şâhitten on altısının tehcir sırasında Yozgat veya Boğazlıyan’da olduğu anlaşılmaktadır. Bunların içinden de yedi tanesi öldürme olaylarına şâhit olduğunu söylemektedir. On beş tanesi ise duyduklarını nakletmekte veya görmüş gibi anlatmaktadır. Hatta bir tanesi açıkça yalan söylediğini belirtmektedir.’’

Dâvâda kendisini savundu Mehmet Kemal Bey. Hayatında hiçbir zaman doğruluktan ayrılmadığını ve vicdanına kan lekesi sürmediğini söyledi. Gasp, yağma, tecâvüz gibi olaylar yaşandığı anda müdâhale edildiğini ve bu suçları işleyenleri mahkemeye sevk ettiğini anlattı. Ama cezâ vermeye yeminli bir mahkeme vardı karşısında. Sonunda Avrupa’ya hoş gözükülecekti. Onların dedikleri yapılırsa belki acırlardı! Böyle umut ediyordu mandacı zihniyet.

Ve îdam kararı verildi Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey’e. Ermeniler, Fransızlar, İngilizler gâyet memnundu bu karardan. Memnun olmayan ise yıllardır canlarına okunan ve son bir çabayla elde kalan vatanlarını savunmaya çalışan Türk milletiydi. Îdam kararına o kadar inanmıyorlardı ki dönemin pâdişahı Vahdettin dahi, ülkede olaylar çıkar diyerek fetvâ istiyordu.

Fetvâyı verecek olan ise hâin Mustafa Sabri’ydi. Kurtuluş Savaşı’nı Türklerin kazanacağını anlayınca Yunanistan’a sığınan ve şu şiiri yazan Mustafa Sabri:

“Yalnız Müslüman ve insan

Olarak kalmak üzere, Türklükten,

Şeref ve izzetimle istifâ

Ediyorum Allah’ın huzurunda!…

Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme

Beni Türk milletinden addetme.”

İşte bu Mustafa Sabri’nin verdiği fetvâyla îdam sehpâsına yürüdü Kemal Bey. 10 Nisan 1919’da İstanbul Beyazıt Meydanı’na getirildi. Etrafına bakındı ve şu sözler döküldü dudaklarından, hepimizin kulaklarına küpe olması gereken:

‘’Sizlere yemin ederim ki, ben mâsumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adâlet! Çocuklarımı asil Türk milletine emânet ediyorum.’’

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.