Ben İzmir’de henüz öğrenci iken İzmir Mefkûre Mektebinin kuruluş aşamalarında bir gün ziyârete Berkan Sözer ağabey gelmişti. Onunla İzmir turu yaparken pek tabiî ilk duraklarımız sahaflar oluşmuştu. Sahafın birinde gezerken elime çok dikkatimi çeken bir kitap ilişti ve Berkan ağabeye gösterdim. Ardından benim bunu okumaya daha zamanım olduğunu düşündüğümden ona vermiştim ve o da askerde kitabı okuduktan sonra hakkındaki fikir ve yorumlarını bir gün sohbet esnasında bizlere sunmuştu. Yazının devamında değineceğim bâzı kısımlar da o sohbet esnasında yapılan tespitleri ihtivâ ediyor. Dergimizin önceki sayılarında yayımlanan “Türk Kültürünün Kaynaklarına İnmek Ne Demektir?” başlıklı iki yazısı da bu kitabın dipnotundan erişilip ortaya çıkmıştı yıllardır yüzüne bakılmadığı tozlu raflardan. Hakkında yorumlarımı ve notlarımı ekleyeceğim bu kitap Mümtaz Turhan Hocamızın “Atatürk ilkeleri ve Kalkınma-Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik” adlı kitabıdır.

O sohbetten aklımda kalan birkaç konudan bahsetmeden geçemeyeceğim. Konumuz kitap tahlîli ama en nihâyetinde beni ve benim gibileri bu kitapları okumaya iten sâiklerin de cevabı olma niteliği taşıyan bir mevzûyu sizlerin tartışmasına açmak isterim. Son zamanlarda oldukça sık rastladığımız bir konu başlığı var ki pek popüler. Bu konu başlığı da “Milliyetçilikte Yeni Arayışlar”. Oysaki Türk milliyetçileri üzerine oturdukları o muazzam mîrasın farkında olsalar girmedikleri kütüphane, arşiv, sahaf ve evrak odası bırakmazlar. Milliyetçilikte yeni arayışların cevâbının aslında tam olarak üzerinde durdukları zemin olduğunu bilir ve derhal milliyetçilikte arkeolojik kazılara başlarlardı. Nasıl ki Türk milletinin kendi târihî müktesebatına muvâfık bir yol haritası ile menzil alırsa murad edilen merhaleye ulaşma cehdini göstereceğinden eminsek, Türk milliyetçilerinin de târihî müktesebatı ve fikrî istihsal mahsullerini bilip bunların üzerine yeni yorum ve fikirler ile çizdiği plan ve programla savletini hissettireceğinden eminiz. Bugün Dündar Taşer, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Seyyid Ahmet Arvasi, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Galip Erdem ve nice adını anmaya satırlarımızın yetmeyeceği şahsiyetlerin ürettiklerinden beslenmeden, o fikrî müktesebata hâiz olmadan bugün gelinen noktada milliyetçilik yapmaya çalışanların kolaycı ve slogan fikirlerden ibâret düşünce dünyâsına sâhip, hayal kırıklığı ve ümitsizlik ile perçinlenmiş yığınlar olduğunu bizlere tüm sarâhatiyle gösteriyor. Demek ki “Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.” sözü zihinlerimize oldukça tesir etmiş oysaki keşfetmek gerekiyormuş yeri gelince. Önce iş kendi fikir adamlarını tanıyarak ve onları anlayarak başlamalıdır. Milliyetçilikte arayışların mihenk noktası kendi târihî seyrindeki fikrî ve amelî katkılar olmalı yani. İşte Mümtaz Turhan ve diğer değerli büyüklerimizi okuma gayretimiz milliyetçilikteki başkalarına göre belki yeni ama bizlere göre elzem bir arayışın sonucudur.

Ülkemizde sosyoloji kelimesinin ilk çağrıştırdığı isim nasıl ki Ziya Gökalp ise sosyal bilim denildiğinde ilk akla gelen isim de Prof. Dr. Mümtaz Turhan’dır. Mümtaz Turhan, cumhuriyetin ilk yıllarında Avrupa’ya öğrenim için gönderilen mümtaz talebelerden birisidir. Farklı târihlerde hem tecrübî psikolojide hem de sosyal psikolojide doktora yapan ve görev yaptığı İstanbul Üniversitesi Tecrübî Psikoloji Kürsüsü’nde pek çok talebe ve ilim adamı yetiştiren Prof. Dr. Mümtaz Turhan, “ilim” ve “ilim zihniyeti”, “Garplılaşma” gibi kavramları açıklığa kavuşturmasının ötesinde ilme dayalı bir kalkınmanın nasıl gerçekleşebileceğini modelleyen, Türkiye’nin kendisinden çok şey öğrendiği bir ilim adamıdır.

“Garplılaşmanın Neresindeyiz?”, “Kültür Değişmeleri”, “Toprak Reformu ve Köy Kalkınması”, “Üniversite Problemi”, “Maârifimizin Ana Dâvâları ve Bâzı Hal Çâreleri”, “Atatürk İlkeleri ve Kalkınma” isimli kitapları, ilmî düşüncenin sosyal meselelere nasıl tatbik edildiğini gösteren eşsiz eserlerdir.

Mümtaz Turhan’ın “Atatürk İlkeleri ve Kalkınma” adlı 1965 yılında yayınlanmış olan kitabı, Atatürk inkılâplarını tahlil eden ve farklı kesimler tarafından nasıl algılanıp ele alındığını tartışan bir çalışmadır. Atatürk ilkelerinin gâye ve tefsirlerinin tahlîlî, ilim ve zihniyet, kalkınma, Garplılaşma, Türkiye’nin ana dâvâları ve ilericilik-gericilik temel başlıkları üzerinde durulmuş kitapta. Ben daha çok Atatürk ilkeleri, kalkınma, Garplılaşma ve ilim konularının üzerinde kelâm edeceğim.

Batı ülkelerinin milliyetçiliğinin beş asır süren bir târihî seyri söz konusudur. Türkiye’de ise millet olabilmek henüz zayıf, gevşek, münferit bir unsur halindedir. Bu bakımdan Türkiye’nin ana ve hayâtî dâvâsı, millet olma ve millî bir kültüre ulaşma dâvâsıdır. İktisâdî kalkınma ise bu ana dâvânın bir cüzüdür. Yeni devletimiz de kendisini “Cumhuriyet’in temeli kültürdür.” diye târif ederken gerçeklikten hareket ediyordu. Biliyordu ki ortak yüksek kültüre dayanmayan bir eğitim-öğretim sonuç vermez, toplum ve devlet sıkıntıya düşer. Biliyordu ki milletler için yaşama hakkının şuuru kültürle gelir. İnsanın ve toplumun kendisi olması ve kendisi kalması kültürledir. Kültür bu kadar hayatî bir değerler bütünüdür.

Yıllarca kültür ve sanat, sanki dar bir zümrenin inhisarında kendi aralarında oynadıkları bir oyun gibi mütâlaa edilmiştir. Bütün dikkati seçim olan ve yalnızca gücü elinde tutmaya odaklanmış bir anlayış yerleşmiştir ve bu telakkî, muayyen fikir hareketlerinin ve siyâsî kurum ve kuruluşlarının geleneği haline gelmiştir. Türkiye’nin neredeyse cumhuriyet târihî kadar eş vakti iktidarlara kültür meselelerinde meram anlatma gayretleriyle geçmiştir. Bir dikkatli ve ilmî bakış bunu tâyin ve tespit edebilir. Yüzlerce kültür-sanat adamının yüklendiği birinci görev icrâ edeceği ana konudan ziyâde bu îkazlardır. Acıdan acı gerçekler bunlardır. Yazılan mektup ve yazılar toplansa onlarca cilt tutacak külliyat eder. Bu acı ve ağır gerçekle yüzleşmek zorundayız. Ne yaparsak yapalım, kültür temeli yoksa yerimizde sayıklarız. Bir noktadan ileri geçemeyiz, ileri hamleler yapamayız. Seviyemizi yükseltemeyiz, sanâyileşmeyi bile tam başaramayız, kalkınamayız. Orta gelir tuzağı denen yerde bile uzun süre hayatta kalamayız.

Türkiye’nin târih ve içtimâî oluşumunun seyri tâkip edildiği zaman Atatürk inkılâplarının gâyesinin çağdaş medeniyet seviyesinde bir millet olma ve millî kültüre kavuşmadan başka bir şey olmadığı da anlaşılır. Nitekim bu nokta, Atatürk’ün bütün konuşmalarında, fiil ve hareketlerinde, davranışlarında açık şekilde belirmektedir. Batı’nın mevcut hâline bakıp milliyetçiliğin modası geçmiş bir fikir olarak telakkî edilmesi de bu cehâletin eseridir. Atatürk ilkelerinden milliyetçilik çıkarılacak olursa bu sistem orta direği alınmış bir çadır gibi çöker. Zîra modern bir millet olamayan, millî bir kültüre erişemeyen bir toplumda artık diğer umdelerin gerçekleşmesine imkân kalmaz. Bu tıpkı zarûrî toprak veya zemine sâhip olmadan çiçek veya nebat yetiştirmeye benzer. Türkiye’nin ana dâvâsı, bir an evvel bir millet olma ve millî kültüre kavuşma dâvâsıdır. Milliyetçilik, bu hayâtî ana dâvânın gerçekleşmesinde ve hedefe erişilmesinde bir vâsıtadır.

Mümtaz Turhan’a göre târihî ve içtimâî yapı ve şartların sonucu olarak ülkemizde birbirinden farklı iki kültür bulunmaktadır ve yaşanmaktadır: Şehirlerde, bilhassa büyük şehirlerde yaşayan insanların ve münevverin de iştirak ve temsil ettiği şehir veya münevver kültürü, diğeri de küçük kasaba ve şehirlerin de dâhil olduğu geniş halk kitlelerinin ve köylünün temsil ettiği halk kültürüdür. Bu iki kültür arasındaki derin farklara rağmen her iki grubun mümessili olduğu kültürler arasında müşterek bağlar vardır. Farklılıklar mâhiyetten ziyâde dereceyi gösteren çeşitlerdir, derin ve köklü değildir. Bunlar aradaki anlayış, idrak ve iştirak farkları hesaba katılmak üzere dil, din, târih şuuru, müşterek bir toprağa ve devlete sâhip olma, bâzı örf ve âdetler, geleneklerdir. Ancak bu bağlar Batı ülkelerindeki kadar güçlü değildir. Batı’da halk kültürüyle münevver zümrenin kültürü arasında esaslı bir fark yoktur. Cemil Meriç, yabancılaşma hâlinin netleştiği bu münevverlerin varlığını; “Hüviyetini kaybeden, irfanıyla alâkasını kaybeden… müstağrib, Batı’nın yeniçerisi” olarak tanımlar ve bu fikre ben de iştirak ediyorum. Halbuki millet olmanın önemli tezâhürlerinden birisi de kendini ana kütleye ve değerlerine mensup sayan “organik” münevverlere sâhip olmaktır. Mümtaz Turhan’ın bu tespitleri Ziya Gökalp’te ve çoğu Türk milliyetçisi fikir adamlarında da en fazla vurgulanan konudur. Mümtaz Turhan’ın yarım münevver adını verdiği grup kendisini halktan uzak tutan yarım yamalak bilgisine mukâbil, halkı küçümseyen bir tabakadır. Türkiye’de zararlı bir sınıf ayrılığı meydana getirdiği için mücâdele edilmesi gereken bir zümre varsa, o da yarı münevverdir. Atatürk bu zararlı ve sun’i ayrılığı bertaraf etmek gâyesiyle halkçılığı kabul etmiştir.

Bir de umdelerden son olarak laiklik ve inkılâpçılık hakkındaki görüşlerinden iktibas yapıp kitabın devamının ana omurgası olan ilim ve ilim zihniyeti üzerine birkaç kelâm edeceğim. Mümtaz Turhan’a göre laiklik sâdece dinle devlet veya dinle ahiret işlerinin lafzi olarak mücerred bir tarzda birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik Avrupa’da ilim ve fikir sahasında en az üç asır süren bir gelişme ve çok çetin mücâdeleler sonunda kurulmuş bir düzenin ifâdesidir. Bu düzeni meydana getiren şartları hazırlamadan, onun dayandığı yüksek seviyeli ilim ve din müesseselerini kurmadan, bunlar arasında denge ifâde eden laiklik nizamını sâdece kanunlarla gerçekleştirmek mümkün değildir. Mümtaz Turhan laiklik ilkesini istismar eden bir zümrenin dine karşı tutumları dolayısıyla laikliği çarpıttığını ifâde eder. Bu zümre Türkiye’de yaşayan insanların büyük bir çoğunluğunu bir arada tutan en kuvvetli bağın ve kültür unsurlarından birinin din olduğunu, millî kültürün yerine geçerek kişiler gibi muhtelif zümreleri birleştirdiğini bilmektedirler. Mânâsı tahrif edilmiş bir laiklik anlayışı ile toplumsal dokuyu tahrip etmektedirler. Türkiye’de uygulandığı şekliyle laiklik, devletin cebrî kültür değişimi politikasının aracına dönüştüğünü de söyleyebiliriz.

Mümtaz Turhan, inkılapçılığın zararlı ve yanlış yorumlanmasına örnek olarak uydurma bir dil yaratma ve kelimelerin tasfiyesine dayanan dilde tahrîbat ile geçmişi ve onun eserlerinin tümünü inkâr ve imhâ etmeye dayanan târih ve târih şuurunun tahrîbini örnek olarak inceler. Yâni bugünün zeminini besleyen târih ve kültür gölünün kollarına set konmasına îtiraz eder. Mümtaz Turhan’ın tespitlerine göre 1946’ya kadar devletin şeklî cumhuriyet olmasına rağmen, aşağı yukarı yarım asır Batılılaşmanın biricik vasıtası ve gâyesi olarak düşünülen demokrasi bu müddet zarfında yine Batılılaşma maksadıyla yapılan inkılâplar için bir tehlike olarak kabul edilmiştir. Bugün bile demokrasi mi yoksa inkılâplar mı diye düşünenler vardır. Bunlar demokrasi lâyıkıyla tatbik edildiği, gerçekleştiği takdirde “ya çoğunluk inkılâpları istemezse” diye düşünmektedirler. Mümtaz Turhan, Türkiye’de demokrasinin halk tarafından benimsendiği kanaatindedir. İnkılaplara gelince, bunların da şuuruna erebildiklerini benimsemiş, diğerlerine kayıtsız kalmıştır. Halkın şikâyeti ve tepkisi inkılâplara karşı olmayıp bu bahaneyle yapılan mânâsız baskıya karşıdır.

Belki de kitapta üzerine en çok düşündüğüm kısım ise millet bünyesine ve millî bir kültüre kavuşamamış bir toplumda demokrasiyi gerçekleştirmek güçtür. Milliyetçilik, halkçılık ve cumhuriyetçilik, başka bir ifade ile millet olma, millî bir kültüre ve demokratik bir idâreye kavuşma cehd veya ilkeleri birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil ettiğini ifâde ettiği tespitidir. İşin olumlu tarafı Türk toplumu kendisine sunulan demokrasi rejimini çabuk benimsemiştir. Çünkü kendi irâdesi ile idârecisini seçmek fırsatını elde etmiştir. Zaten halkın irâdesi demek, hakkın irâdesi demektir. Ancak müstemleke aydınlar, demokrasinin arkasında yatan felsefeyi göz ardı ederek, demokrasinin zarûrî kıldığı kurallara göre değil, kendi kafasındaki despotik anlayışa göre rejimi yorumlamaya ve uygulamaya çalışmıştır.

Bu hususta Ali Fuat Başgil’in temennilerini dinlemek en azından meseleyi benim için mûtedil bir zemine mukim kılmaya yardımcı olabilir: “O ne mesut ülkedir ki orada salâhiyetleri içinde, ifrat ve hataya düşmeden iktidarını kullanarak milleti idâre eden ehil ve mûtedil bir hükûmet vardır. O ne mesut memlekettir ki orada, ağır idâre vazîfesini yüklenenlere tavsiyeleriyle yardım eden, tenkitleriyle uyaran, yapıcı ve hüsnü niyetli bir muhâlefet vardır. O ne mesut ülkedir ki orada halka yol gösteren yüksek ahlâklı aydınlar vardır ve o ne bahtiyar ülkedir ki orada her şeyden haberdar fakat kanun dâiresinde hareket eden ve hürriyetini maddî menfaatlere değişmeyen bir basın vardır. İşte sağlam ve sıhhatli bir demokrasinin esasları bunlardır. Bunlar Türkiye’de yoktu ve hâlâ da yoktur.”

İki yüz elli yıllık Garplılaşma târihîmizde Ziya Gökalp’ten başka Batı’ın ne olduğunu anlayan biri olmadığını ifâde eden Mümtaz Turhan, Garplılaşma hareketlerinin niçin akim kaldığını anlatırken “tefessüh etmiş Batı”, “emperyalist Batı”, “iki yüzlü Batı”, olarak gördüğümüz “Batı’yı”, “Doğu’nun” önüne geçiren ana unsurları ele alır. Bunlar, ilim ve ilim zihniyeti, ilmin hayata uygulanması olan teknik, insan haklarını ve düşünce hürriyetini temînat altına alan hukuk, bunların esasını teşkil eden müesseseler ve ferdî mesûliyet hissidir. Mümtaz Turhan’a göre başarısızlıkların ana nedeni; Garp medeniyetini lâyıkıyla anlayamayışımız, ana unsurlarının nelerden ibâret olduğunu ve aralarındaki ilişkileri kavrayamayışımız, ne yapacağımızı ve nasıl yapacağımızı bilemeyişimiz ve her devrin idârecilerinin kendi önemsedikleri yenilikleri yaparken bir öncekilerle bunu ilişkilendirememeleridir. Mümtaz Turhan’a göre Garplılaşma, Garplıya benzer şekilde yaşıyor görünmek, ilim ve teknik unsurlarına bîgâne kalıp yalnızca yaşama biçimini almak değildir. Hakîkî Garplılaşma, bu medeniyeti oluşturan aslî esas kıymetlerini benimsemek, bize âit olan kıymetleri muhâfaza edip geliştirilmek ve bu sâhada milletler arası seviyeye erişip Batılılar gibi değerler ortaya koymaktır. Benzer sorunların kitabın yayınlanmasından bugüne kadar nazar-ı dikkatimizi celbeylersek devamında ne kadar önemli tespitler yaptığını daha iyi kavrayabiliriz.

Mümtaz Turhan, üniversitelerin ana fonksiyonlarının şu şekilde sıralandığını belirtir: Birincisi ilim adamı, araştırmacı yetiştirmek ve ilmi araştırmalarda bulunmak, ikincisi üniversite de dâhil olmak üzere bütün eğitim kademeleri için eğitim elemanı yetiştirmek, üçüncüsü kaliteli yönetici ve iş adamı yetiştirmek. Üniversite demek, kaliteli ilim adamı demektir. Kaliteli ilim adamı olmayan üniversite ise diploma dağıtan bir müessese olmaktan öteye gidemez. İşte bu cümlelerin hemen akabinde aklıma İskender Öksüz’ün diploma üzerine yazdığı bir köşe yazısı geldi orada diyordu ki: “Dore, endüstrileşmek hemen olmuyor. Zaman alıyor ve zor. Okul açmaksa daha kolay. Bu yüzden, endüstri devrimini ithal eden ülkelerde okullar, endüstriden hızlı çoğalmış. Batı’da endüstri, okulları talep ediyor. Talep işverenden geliyor. Okullar, endüstriye yetişmeye çalışıyor. Batı dışında önce okul, sonra endüstri büyüyor. Talep öğrenciden geliyor, işverenden değil. Dore’nin ilginç bir tespiti var: Endüstri devrimini ithal etmeye çalışan ülkelerde, yüksek öğrenci talebi yüzünden okulların girişinde kuyruk vardır. Bunlar, okula giren öğrenci sayısını sınırlamak için üniversite giriş sınavları yapar. Girişi filtrelemeye çalışırlar fakat yine de mezun sayısı, sektörün talebinden fazladır. Dolayısıyla bu ülkelerde, okulların çıkışında da kuyruk vardır. İş bulma kuyruğu. Modern ve modernleşmekte olan bir toplumda eğer üniversite bu fonksiyonlarını üzerine alıp belirli bir seviyede îfâ edemiyorsa, fayda yerine zarar verir. Hakîkî bir üniversitenin yokluğu bir ülkenin kalkınmasına, ilerlemesine mâni olabilir fakat seviyesi düşük bir üniversite memleketi muhakkak mahva götürür. Üniversitelerimizin yeterli olmadığını kabul etmek gerekir. Tıpkı kalkınamamışlığımız gibi. Bunun ölçüsü de kolay. Dünya sıralamasında neredeler? İlk yüzde, ilk iki yüz, ilk üç yüz, ilk dört yüzde yokuz. Eskiden vardık. Ayrıca konuya parantez açarak şunu da söyleyeyim nasıl kalkınacağız tartışması artık gündemimizde yok. Artık konumuz o değil. Artık konumuz ve iç-dış motivasyonumuz günü nasıl kurtarırız ve kimler kötü, kimler hâin tespitleri. İş böyle olunca bu yaklaşımla yönetici kişiler bir süre sonra kendi amaçlarını, ülkenin, kurumun ya da toplumun amaçları yerine koymaya başlarlar. Bu durum “ben demek devlet demek” gibi “ben demek şirket demek” ya da “ben demek dâvâ demek” gibi bir sonucu meydana getirmektedir.”[1]

Zihniyetleri; ilkel zihniyet, orta çağ zihniyeti ve ilmî zihniyet olarak üçe ayıran Mümtaz Turhan, bunlar arasındaki farkları veciz ifadelerle dile getirir. Ona göre, ilkel insan, pratik pek çok başarıya sâhip olabilir ancak “hakîkatin objektif bir kıstasına” ulaşamaz, davranışları subjektiftir. Orta çağ zihniyeti, fikir ve vicdan hürriyetine karşı çıkan; gerçeği reddeden, gerçeklerle olgular arasındaki münâsebetin gözlem ve deney yoluyla anlaşılmasına ve ifâdesine yanaşmayan; onaylanmış otorite ve üstatların ifâde ve beyanlarından başka hiçbir görüşe hayat hakkı tanımayan, bütün zulümlerini de “hakîkat ve fazîlet” namına işleyen bir zihniyettir. Hoca, Orta Çağ zihniyetini anlatırken bu zihniyetin Orta Çağ Batı dünyâsının âlimlerine mahsus bir zihniyet olmakla birlikte her devir de görülebileceğine özellikle vurgu yapar. Onun çok önemsediği ilmî zihniyet ise hakîkat ve doğrunun bulunmasında sistemli gözlem ve araştırmaları ve ilmî yöntemi kullanan, çıkarsamalarını veri ve kanıtlara dayandıran, denetim ve eleştiriye her zaman açık olan bir zihniyettir. İşte bundan dolayı hiçbir baskı ve reklama ihtiyaç duymaksızın bütün insanlık tarafından benimsenen yegâne doğrular, ilmin doğrularıdır. İşte Mustafa Kemal Paşa “Hayatta en hakîkî mürşit ilimdir, fendir.” derken bu ilmî düşüncenin rehberliğini öngörmüştü.

Netice olarak kalkınma, Garplılaşma ve ilim konusunda söyleyebileceğimiz özet cümleler şunlar olabilir: Her sâhada birinci sınıf bilim ve teknik adamlar yetiştireceksiniz ve ülkenin ekonomik kaynaklarının planlanmasını, işletilmesini, yönetilmesini onlar vazîfe edinecek. Bu kadar kolay. Bilim ve teknik derken sâdece tabiat bilimlerini ve onların teknolojisini değil, insan ve toplum bilimlerini de kastettiğimizi söylemek gerek. Sosyolojiyi, ekonomiyi, yönetim bilimini, sağlığı, hukuku, siyâset bilimini ve daha nicelerini. İşte bunları 1950’lerde rahmetli Mümtaz Turhan Hoca tane tane anlatmış. Garplılaşma, daha doğrusu Batı’nın zenginliğine, refahına ulaşmanın yolu budur, kalkınma budur, ilim zihniyeti budur demiş. Yapmamız gereken Batı’dan veresiye traktör ve uçak almak değil, Batı gibi bilim ve teknoloji üretebilmektir demiş. Aslında bizim kalkınma yolunda yürümemiz, geçmişte kalkınmış ülkelerin ilerlemesinden daha kolay çünkü bizim önümüzde örnekler var. Onların nasıl yaptıklarını biliyoruz. Onlar bilmiyordu, keşfetmek zorundaydılar. İlk yüzde birkaç üniversiteniz ve araştırma enstitünüz olacak. Yöneticileriniz bu kurumlardaki bilim adamlarıyla birlikte Türkiye’nin problemlerini çözüm modelleri sunacak. Türkiye için en yararlı stratejileri kuracak. Bu stratejiler üzerinde çalışmış binlerce doktora öğrencisi çıkacak. Ülkenin dış politikası da eğitim, yatırım politikaları da buralarda yetişmiş birinci sınıf bilim adamlarına danışılarak belirlenecek. Genç girişimciler teknolojide yeniliklere, imzâ atacak ve onlara konfor alanları yaratılacak. Binlerce patent alacaklar. Fikirleri ve icrâatları kolayca sermâyeyle buluşacak. Bütün bunlar rekâbet ortamı içinde yürüyecek. Ehliyet, ehlinde olacak yâni. Bizim oğlan, bizim kız, bizim yandaş, alnı secde görmüş değil, en yararlı yeniliği getiren, en kârlı fikri düşünen öne çıkacak.

Atatürk İlkeleri ve Kalkınma kitabını bu kadarcık sayfa ile sınırlandırarak sizlere tanıtmak benim ayıbım olmuş olsun hocamızın ve sizlerin affınızı istirham ediyorum. Daha neler aklımdan geçiyordu ki bir bakıverdim yerim dolmuş ama yazıyı nihâyetlendirirken şunları söylemem gerekiyor. Mümtaz Hoca’nın kitabından çıkardığım en büyük ders büyük Türk milliyetçisi Atatürk’ü ancak Türk milliyetçileri anlıyor. Diğer kesimlerin yorumları ya sığ, indi ve mavra ya da kendilerine birer balo maskesi. Anadolu’da çocuklara isim verirken edilen dua olan “ismiyle müsemmâ” olmanın vücut bulmuş hâli olan mümtaz şahsiyet Mümtaz Hocamdan böyle kıymetli eserler ile fikir dünyamıza meşale olduğu için binlerce kere teşekkür etsem azdır. Mümtaz Turhan gibi isminin hakikatine tâbi insanların olduğu zarfına mahkûm olmayanların parladığı, Atatürk hakkında artık hangi ideolojiye sâhip olduğu tartışmalarının yapılmadığı ve ilkelerinin sarih mânâsının anlaşıldığı, kalkınma dâvâmızın nihâyetlendiği, hür ve müreffeh yarınlarda buluşmak dileğiyle.

Not: Mümtaz Hocanın ilim adamı târifi şimdiye kadar duyduğum en hakîkatli tanımlama olabilir, onu da siz değerli okuyucularımız ile not kısmında paylaşmak isterim: “İlim adamı zannetmez fakat bilir. İknâ etmeğe çalışmaz, ispat eder. Muhâtabından îtimat dilemez, bilakis onun dikkat etmesini ve gerçeği anlamaya çalışmasını tavsiye eder… İlim, hakîkî ilim adamına hakîkat severliği, dürüstlüğü, objektif ve bîtaraf olmayı öğretmekle, ahlâkî davranışlara temel olarak onları teşvik eder. İşte bizim ilim ve ölçüye sarılışımızın hikmeti budur. Yoksa materyalist bir görüş ve zihniyeti benimsediğimiz için değildir.”

[1] Öksüz, İskender. Diploma Hastalığı-Öğrenci Üniversiteden Ne Bekler?. millidusunce.com. 15 Ekim 2022.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.