“Kocaları sürülen, yavrularının karınları düşman süngüleriyle deşilen kadınların tâlihi! Ak sakallarından tutup sürüklenen ihtiyarların tâlihi! Cephelerde, bize söven, yüzümüze tüküren düşmanlarımızın menfaatleri için, kanlarını sebil eden gençlerimizin talihi!”

Türk milliyetçisi olarak bizler biliyoruz ki vatan; yalnızca hukûken belirlenmiş sınırlar değildir. Sınırlarımızdan daha geniş coğrafyalarda yaşayan millettaşlarımızın yaşadığı yerler de bizim vatanımızdır. Oralarda yaşayan millettaşlarımızın da acılarını yüreğimizde hissetmemiz ve nerede bir zulüm varsa o zulmün sorumluluğunu üstlendiğimiz bir düsturla hareket etmeliyiz. Bu yüzden millettaşlarımızın acılarını, trajedilerini öğrenmekle, bilmekle, derdine derman olmakla kendimizi sorumlu hissediyoruz. Fakat insan bilmediği, tanımadığı millettaşlarının dertlerini nasıl paylaşıp derdine derman olabilir ki? Bu nedenle bir Türk milliyetçisi târihte mücâdele vermiş âbide şahsiyetleri daha yakından tanımalı ve ortaya koymuş olduğu eserleri dikkatle okumalı… Çünkü tanımadığımız millettaşlarımızın dertlerini en iyi o zaman anlarız. O yüzden ilk olarak sokaklarında gezemediğimiz, câmilerine giremediğimiz, sofralarında oturup muhabbet edemediğimiz bir coğrafyanın romanlarını okumaya karar verdik; Kırım…

Kırım bir yaradır, geçmişi elemlerle dolu kapanmayan bir yara… Ne kadar acılar, trajediler yaşamışsa da içlerinden o kadar büyük kahramanlar önemli şahsiyetleri de içerisinden çıkarmıştır. Cengiz Dağcı da onlardan biridir. İsmi ile müsemma olan, okurken ciğerimizin dağlandığı eserlerdir Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam… Bu eserlerle o coğrafyaları bir vatan toprağı olduğunu hissedebilmek ve acılarını yüreğimizde taşıyabilmek adına okumaya başladık.

Ana karakterimiz Sadık Turan. Kitabı okumadan önce izlediğim belgeselde Cengiz Dağcı’nın aslında Sadık Turan’ın ta kendisi olduğunu öğrenmiştim. Bu nedenle Sadık Turan karakteri ve onun yaşadıkları daha da dikkatimi çekmişti. Peki Sadık Turan kimdi? Akmescit doğumlu karakterimiz açlık ve sefâlet içinde bir hayat sürerken birçok kardeşini kaybetmiş, aynı zamanda Sovyet rejimi tarafından esir edilen babası nedeniyle biricik kardeşi Bekir ve annesiyle hayâta tutunmaya çalışan bir Kırım Türk’ü. Hayatla ilk imtihanını babasızlık ve kardeşlerinin ölümleriyle yaşamaya başlıyor ana kahramanımız. Birden onlara dönüp gelen babalarıyla tekrardan daha güçlü bir şekilde devam ediyorlar hayat mücâdelelerine. Peki ya milletin ahvâli? Sadece bir aş parası uğruna debelenip tüm âilenin çalışmasının ne yararı var millet adına? Sadık Turan’ın babası Hüseyin Ağa bunun farkına varıp milletin geleceği adına onca zorluk içinde yaşamalarına rağmen bir gün Sadık Turan’a çalışmayı bırakıp okuması gerektiğini söylüyor. Bunca kararlı ve milletinin her şeyin önünde tutan bir babaya hayır diyebilir miydi ki Sadık Turan? İşte burada bu okuma macerasında ikinci zorlu mücâdelesini belki de ilk travmatik vakasını yaşıyor. Siz hiç inandığınız değerlerin, mescidinizin bile isteye sizi ve size ait olan her şeyleri yok etmek için yıkıldığına şahitlik ettiniz mi? Bu trajik olayı okurken Sadık Turan’ın nasıl derin bir acı yaşadığına şahit oldum. O kadar etkilendi ki okumaya devam edemedi ve yakın arkadaşı Süleyman ile askerlik yolunu seçti.

Süleyman karakterinin yeri ve bende anımsattıkları da çok farklı. Süleyman karakteri bana rüzgâr önünde savrulan yaprağı anımsatmıştı. Evet, bir ağacın dalının yaprağıydı ama düşmüştü, savrulmuştu. Tutkulu bir şekilde asker olmak istemesi sırf şahsıyla alakalıydı. Üniforma, rütbe, geçim sıkıntısının olmaması onu bu mesleğe iten faktörlerdendi bence. Sadık Turan gibi millet, memleket kaygılarını göremedim kendisinde. Aynı vatan toprağında yaşayıp aynı dertleri taşıyamamak, aynı ağacın dallarında farklı yapraklar olmak bu kadar ayrı yapar mıydı bizi? Belki de Süleyman bu farklılığı yansıtıyordu eserde. Sadık Turan’la birlikte nihayetinde Sovyet askeri olup Almanlara karşı savaşmaya başlıyorlar. Savaş ya bu ölüm de seninle yaşam da esirlik de… Belki de en korkuncunu yaşıyor Sadık Turan ve Almanlara esir düşüyor. Alman esir kamplarının anlatıldığı her bir sayfada hep aklımda aynı manzara canlandı. Manzaranın, o zihnimdeki resmin renkleri gri ve siyah sadece. Yağan yağmur damlaları bile gri. Ölümün, işkencenin kol gezdiği o resimden sanki ölülerin çürüyen vücutlarının kokusu geliyordu âdeta burnuma. Herkes kir içinde, vücutlarını bitler sarmış, yüzleri çökük, bakışları bomboş aynı mideleri gibi… Zihnimdeki resim kitabın çevirdiğim her bir sayfasıyla daha da korkunçlaşıp içimi acıtıyordu. Bazen bir ekmek için kavga eden soluk yüzler hareket ediyordu o resimde, bazense yağmurda ıslanıp üşüyüp çaresizce ölmeyi arzulayan bedenler…

Korkunç Yıllar’da beni en çok etkileyen de işte bu esir kamplarıydı. Oradaki trajediler, insanlara yapılan muameleler, bunların tasvir edilişi unutulacak gibi değil. Bu esir kamplarında beni sâdece bunlar rahatsız etmedi. Canımı sıkan hususlardan biri de Kırımlıların Almanlara göre “Rus” sayılması. Almanlara göre onlar Rus milletinin fertleri sâdece. İnsanın kendi kimliğiyle hiçbir yerde var olamaması, bu varoluş sancısı hususu nemde iz bıraktı. Bu sırada Almanlar Ruslarla savaşırken ele geçirdikleri esir Kırım Türklerinden bir ordu oluşturmaya başlıyorlar ve baş kahramanımızı da burada rütbelendiriyorlar. Türkistan’ın hürriyeti için Türk lejyonunda üst rütbeli subaylardan olan Sadık Turan Türkistan hayâliyle gönlünü yakmaya başlıyor.

Onlarca yıl Sovyet rejimi altında özgürlük nedir bilmeyen Sadık Turan Gamalı Haçın gölgesinde de istediğini bulamadı. Kimin umurundaydı Türk’ün istiklâli? Almanlar ister miydi ki birine bile isteye hele ki bu bir Türk ise yardımı dokunsun? Bunu anladı Sadık Turan ama acı bir kayıpla. Sovyet rejimi uğruna Süleyman katledilmişti. Gamalı Haç için de Muhan canını vermişti. En yakın dostlarını kaybede kaybede Sadık Turan inanılmaz acılar içindeydi. Muhan aslında onunla birlikte görev yapıyordu lakin ordudan kaçtı. Zâten artık ne için, neden devam etmeliydi ki savaşa? SS ordusu karar vermişti bir kere onun cezasına. Mahkeme bile kurmadan hüküm verilmişti. İş sadece Muhan’a doğrulacak tetiğin kimin eliyle olduğuydu. İnfazı kim gerçekleştirecekti? Bir gavurun elinden ölmek mi yoksa kendi kardeşinin elinden mi? Kardeşini bir gavura öldürtmek mi yoksa kendi elinle ona kıymak mı? Kitabın benim için en heyecanlı ve etkileyici kısmı burasıydı. Bir takım komutanı kendi askerini öldürme emrini kendisi verecekti ve emri verip kendi askerlerine öldürttü.

Ölüm… Çok yanı başında, çok hayatın içinden Sadık Turan için. Bir de esaret… Sanki bir ayağına Alman vurmuş zinciri diğer ayağına Sovyet… Hürriyete kavuşmak Türk için bu kadar zor mu olmalıydı?

Kaderin coğrafyayla ilgisi kitabı okurken döndü durdu aklımda. Sadık Turan dünyâya geldiğinde Sovyet rejiminin içine doğmuştu. Kendi değerlerine ait ne varsa Sovyetlerin bunları nasıl tahrip ettiğini, yıktığını gördü. Milleti için okumak bir şeyleri değiştirmek isterken mescidinin yıkılışına, inancının saldırılışına tanıklık etti. Savaşın içine düştü, esir oldu, Almanın gölgesinde subay oldu ama hür olamadı. Bulunduğu coğrafyada döndü durdu, iki zulmün arasında sıkışıp kaldı.

Hayatın gerçeğidir âşık olmak. Sadık Turan da oldu. Özgürlüğe beraber koşmak için Almanlardan da kaçmaya başladılar. Kapana kısıldılar ama yine kaçmak için uğraştılar. Ta ki biri ölene diğeri onu gömene dek.

Sadece bir mescidin yıkılışı değildir bu, sadece bir esirlik değil, ne de sadece bir ölüm. Binlercesidir bunların. Kırım doldu taştı yüreğimde Cengiz Dağcı sayesinde. Kendi milletinin târihini, zaferlerini, mağlubiyetlerini, sevinçlerini, hüzünlerini bilmeyen bir fert ayrık otudur. Bir ottur sadece. Hiçbir zaman bile isteye sulanmayan, nasibiyle yetinen. Kırım’ın ağıtını, çaresizliğini gözler önüne seren bu eserle hem Kırım’a olan muhabbetim hem de sorumluluğum daha da arttı. Çok şükür.

Son olarak yazımı bitirirken romanımızın baş kahramanı Sadık Turan’la sizi baş başa bırakıyorum.

“Ben Sadık Turan. Kırım Türk’üyüm. Kardeşlerimi açlıktan, sefaletten kaybeden annem onları kendi elleriyle mezara bırakırken babamın Sovyet rejimi tarafından sürgün edilmesiyle birlikte çocuk olmaktan doğar doğmaz vazgeçtim. Onca açlığa rağmen kardeşim Bekir ve ben yaşamayı seçmiştik, belki de başarabilmiştik. Ansızın bir gün çıkıp bizlere geri dönebilen babamla daha da bağlanıvermiştik hayata. Hep birlikte çalışıp karnımızı doyuruyorduk anca. Bir gün babam sanki açlık tokluk mücâdelesini ve çalışmam gerektiğini unutmuş gibi beni çekip bir kenara okumam gerektiğini söyledi. Bu milletin bana ihtiyacı olduğunu ve tahsilimi tamamlamam gerektiğini söyledi. İkiletmedim sözünü ve devam ettim eğitim hayatıma. Ama bir gün, öyle bir gündü ki hala unutamam. Yıktılar mescidimizi. Gözlerimizin önünde bizim ve bize dair olan şeyler alınıveriyordu ellerimizden. Bu sıkıntılarla uğraşırken kendimi birden Sovyetlerin bir askeri olarak buluverdim. Cepheye sürdüler bizi, en önlere. Vurulduk, düştük, esir edildik, kaybettik nice canlarımızı. Ama ben hayatta kalmayı başardım. Daha nice ölüm, zulüm gördüm. Hele ki düştüğüm Alman esir kampında gördüklerim… Orada neler yaşanmadı ki. Açlık, sefalet, pislik hepsi o tellerin arasındaydı. Tellerin arasındakiler de insandı tellerin dışındakiler de. O kampta ne Tatarlık kalmıştı ne Rusluk ne de Almanlık… Esir kampı ağzına kadar insan doluydu ama insanlık yoktu. Esirlerin hepsi insandı lakin gördüğümüz muamele insanlıktan çok uzaklarda bir yerlerdeydi. Orada bir parça taşlı ekmek için hayvanlaşıvermiştik. Orada düşündüm. Kendimin ne hale düştüğümü, neler yaşadığımı, babamın bana okumalısın demesinin sebebini, medeniyetin kaynağı olarak görülen ülkelerin neler yaptıklarını her şeyi düşündüm hepsini gözden geçirdim. Ne Almanlar verdi özgürlüğümüzü ne de Ruslar. Çiğnedikçe çiğnediler vatan topraklarımızı kanlı postallarıyla. Bir tarafta vatanıma, âileme duyduğum hasret bir tarafta Maria’m… Bir türküdür dilimde, bir nişandır göğsümde, bir sızıdır yüreğimde, bir ölümdür, bir diriliştir, bir güzel sevgilimdir Maria’m… Yine kötüyüm… Yine psikoloğa gitmem lazım. Ama hatıralarımı yazmaya da devam etmeliyim. Okunur mu bu yazıklarım sonrasında bilmiyorum ama ben her şeye rağmen anılarımı yazmaya devam etmeliyim. Korkunç Yıllar adlı eserde dediğim gibi “Herkes kalbinde kendi acısını ve dünyasını taşıyor”. Benim kalbimdeki acı da benim dünyam da bizimdir. Ne fark eder yakın, ırak? Ten de aynı can da aynı. Ben Sadık Turan. Yazdım tüm hikayemi. Uzun diye böldüler ikiye. İlkine Korkunç Yıllar dediler, ikincisine ise Yurdunu Kaybeden Adam. Yazdım, bilin diye. İnsan hiç merak etmez mi kardeşini? Bilin diye…”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.