Türk Milliyetçiliği’ni kavramsal olarak ele alırken, sadece Türk için yapılan milliyetçiliği değil, Türk’ün “nasıl” milliyetçilik yaptığını da tarif etmeye çalışmaktayız. Türk Milliyetçiliği fikrinin, dünyadaki diğer milliyetçilik akımlarından ilham alınarak veya onlarla kıyaslanarak tanımlanmayacağını ve açıklanmayacağını ilk yazımızda belirtmiştik. Aynı şekilde dünyada -özellikle batıda- milliyetçilik kavramı üzerine yapılan çalışmalar, tarifler, tanımlar, açıklamalar ve üretilen fikirlerle de Türk Milliyetçiliği’ni bir fikir olarak ve kavramsal olarak inşa etmeyiz. Türk Milliyetçiliği’nin kendine özgü paradigmaları, kavram tarifleri, tefekkür metotları, kabulleri, uygulama ve doktrinleri, kendine özgü bir gayesi, bunların yanında kendine özgü bir epistemolojisi ve ontolojisi vardır. Türk Milliyetçiliği’ni özgün bir şekilde inşa eden bu unsurları incelemeye devam edeceğiz. Elbette burada saydığımız unsurları, Türk Milliyetçiliği’nin tanımladığı şekliyle, başka milliyetçilik fikirlerinin de veya başka felsefe ve mefkûrelerin de kullanabildiğini/kullanmakta olabildiğini inkâr edemeyiz. Lakin Türk Milliyetçiliği fikrinin özgünlüğünde, bu unsurların özgün bir şekilde tarifi, bu özgün unsurların bir araya gelmesiyle de Türk Milliyetçiliği’nin -yine özgün olarak- bina edilmesi söz konusu olacaktır.

Bu yüzden bu yazımızda, Türk Milliyetçiliği fikrinin temelindeki felsefeyi açıklamamız ve ilan etmemiz gerekecektir. Tabi ki de gizli olan bir şeyi açığa çıkarmış olmayacağız. Gün gibi ortada olan bir hakikati tekrar hatırlatmış olacağız. Bu felsefenin adı “Türk-İslam Felsefesi”dir. Bu büyük felsefeyi bir yazıya sığdırmak mümkün değil. Ancak ana hatlarıyla inceleyeceğiz.

Fikir sisteminin temeline bir felsefe tayin ederken, -Bayram Kiriş’in tabiriyle- “doğru-güzel ve iyi” olanı, bununla beraber “gerçek/hakikat” olanı arıyoruz. Felsefenin en sık sorduğu sorulardan birisi olan “gerçek/hakikat nedir?” sorusunu cevaplamadan bir fikir sistemi ve bir dava inşa etmek mümkün değildir. Bir dünya görüşü, bir insan, toplum, kültür, medeniyet tanım ve tarifi yaparken kullandığımız metod, ilim metodudur. “Mutlak hakikat ilmi” ile beraber pozitif-tecrübî ilimlerin kilit ve anahtar gibi birbirine uyumlu olduğu ve birbirini doğruladığı, bununla beraber hem maddenin, hem de mânânın birbirini tamamladığı bir ilim metodudur kastettiğimiz. Türk-İslam Felsefesinin ve bu felsefenin üzerine bina edilen Türk Milliyetçiliği’nin yegâne metodu budur. Bu metodu ve felsefeyi incelerken, biraz önce vurguladığımız gibi, mutlak gerçeğin/hakikatin ne olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Yeni Ufuk Dergisi’nde daha önce yayımlanan “Algıların Aldatmacası ve Hakikat” (Şubat, 2015) isimli yazımızda bu konuya değinmiştik. Tekrara düşmemek açısından kısaca değineceğiz. Dünyada oldukça çeşitli felsefeler var. Bu felsefelerin birçoğu, dünyevî algıların mahsûlü olarak karşımıza çıkıyor. Bu yüzden bu felsefelerin bir çoğu, farklı gerçek/hakikat tanımları yapıyor. Elbette ki tefekkür ile mutlak hakikati keşfetmek mümkün olabilir. Ancak ortaya konulan “hakikat” tanım ve tariflerinin hangisinin tercihe takdir edileceği bir ön kabul meselesidir. İllaki bir ön kabul yapacaksak, bunun da bir tefekkür metodu ile sağlamasının yapılması gerekir. Ancak bu sağlamanın hangi tefekkür metodu ile yapılacak olması da bir ihtilaf konusu olabilir. Burada da yine bir ön kabul ihtiyacı doğuyor. Bu yüzden mutlak hakikatin kaynağı insan üstü olmak zorunda. Sözü fazla uzatmadan, Yüce Allah’ın varlığından ve birliğinden başka bir “mutlak hakikat” tanımadığımıza keskin bir vurgu yapmak istiyoruz. Türk-İslam Felsefesinin ve kullandığı ilim metodunun temeli ve ölçüsü “mutlak hakikat”, aydınlığı vahyin nuru, araçları pozitif tecrübî ilimlerdir. Mutlak hakikat temel ve ölçüsü ile pozitif-tecrübî ilimlerin kullanılması, ilim metodunun tanımıdır.

Batı felsefesinin metodu ise “diyalektik yöntem”dir. Yine batı felsefesinden çıkan ve dünyaya yön veren/vermiş iki fikir sistemi: liberal kapitalizm ve bilimsel sosyalizm de bu metodu kullanır. Hegel’in “tez+antitez=sentez” şeklinde formüle ettiği bu yöntem, bir tefekkür ve felsefe metodu olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada iki durum söz konusudur: Ya iki fikir bir araya gelerek yeni bir fikir oluşturacak ya da iki fikir çatışarak bir fikir galip gelecek, diğeri yenilecektir. Bu şekilde birçok fikrin bir araya gelmesi ve/veya çatışması ile ortaya çıkan fikirlerin insanı ve toplumu hakikate ulaştıracağı düşüncesi hakimdir. Bu yöntem yanlış bir yöntem değildir. Lakin eksiktir. Temelsiz ve ölçüsüz bir diyalektik yöntemden çıkacak fikirlerin doğru ve gerçek olacağının garantisi olamaz. İlim metodu ile üretilen fikirlerin de içinde bulunduğu bir diyalektikten çıkacak fikirlerin hakikate ulaşması mümkündür. Ancak ilim metodu ile üretilen fikirlerin bulunmadığı bir diyalektikten çıkan fikirler, diyalektiğe giren diğer fikirlere göre üstün olabilir, ancak gerçek ve doğru değildir. Anlaşılacağı üzere bir fikir sistemi ve felsefe için uygulanacak en sağlıklı metod, diyalektik yöntem değil, ilim metodudur.

İlim metodu ile ortaya konulan Türk-İslam Felsefesinin en önemli özelliği, tıpkı pozitif-tecrübî ilimler ile mutlak hakikat ilmini, birbirini doğrulayıcı olarak yan yana getirmesi gibi, “madde” ve “mânâ”yı da birbirini tamamlayıcı olarak yan yana getirmesidir. Burada maddeyi temsil eden, pozitif-tecrübî ilimlerdir. Mânâyı temsil eden de mutlak hakikat ilmidir. Ancak vurgulamalıyız ki, madde de mânâ da Yüce Allah’ın zâtından zuhur eder. Madde, sınırlıdır, ancak yok değildir. Bir varlığı temsil eder. Allah tarafından yüklenen kaideleri, kanunları vardır. Bu kaide ve kanunlar, fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi pozitif-tecrübî ilim disiplinleri ile tespit edilir. Mânâ ise sınırsızdır. Yine, bir varlığı temsil eder. Duygu ve düşünce ile hissedilebilir, keşfedilebilir. Madde, fizik; mânâ, metafiziktir. Mânâ, pozitif-tecrübî ilim disiplinleri ile keşfedilmesi mümkün, ancak güç olan bir olgudur. Bu konu ile ilgili olarak ünlü Alman fizikçi Werner Heisenberg’in bir sözü ilgimizi çekiyor: “Doğa bilimleri bardağından içilen ilk yudum, insanı ateist yapar. Ama bardağın dibinde Tanrı sizi beklemektedir.” Tabi ki de burada mânâ=Tanrı denklemi kurmuyoruz. Konu ile paralellik göstermesi sebebi ile bu örneği verdik. Ancak eklemek gerekir ki “her şey” Allah’tandır ve O’na geri döndürülecektir.

Türk-İslam Felsefesi, ne batıdaki birçok felsefe gibi materyalisttir ne de doğudaki birçok felsefe gibi salt spiritüalisttir/tinseldir. Bu felsefe,kaynağını bizzat İslam dininden alır. Bu yüzden madde ve mânâyı yan yana getirir. Madde, dünyevîdir. Dünya, insanoğlunun imtihan alanıdır. İnsan, dünyada imtihana tabi tutulur ve maddenin kaidelerinin-kanunlarının dışına çıkamaz. İnsanın sureti-bedeni maddedendir. Mânâ ise hem bu dünya için, hem de ebedî âlem için geçerlidir. İnsanın özü ve esası ruhtur, yanı mânâdandır. Mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’in Secde suresinin 7. ve 9. ayet-i kerimelerine göre insan çamurdan yaratılmıştır ve Allah-u Teâla insana “kendi ruhundan” üflemiştir. Burada insanın muhteviyatının madde ve mânâdan olduğunu görüyoruz.

İnsanın bir irade sahibi olması da, Yüce Allah’ın mâlik olduğu “irade” (küllî) kavramından nasiplendiği (cüzî) anlamına geliyor. İnsan irade sahibidir ve iyi-kötü, doğru-yanlış arasında tercih yapar. Bu tercihler de imtihan konuları arasındadır. Maddenin sınırlı oluşu, yani maddenin-tabiatın kaide ve kanunlarının olması, insanı, iradesini kullanmaya ve tercih yapmaya sevk eder. İnsan, iradesini kullanmakta ve tercih yapmakta özgürdür ancak bu tercihlerden de hesaba çekilecektir. Burada anlatmaya çalıştığımız mesele, cahiliye devrinde iddia edildiği gibi, Allah’ın yeryüzünde olan bitene karışmadığı değildir. Zira Yüce Allah’ın iradesi dışında hiçbir şey gerçekleşmez. Ancak maddenin ve tabiatın Allah tarafından yüklenen kaide ve kanunları, bazı istisnalar dışında bozulmamıştır ve bozulmaz. Madde/tabiat/evren ahenkli bir sistem içindedir ve bu sistem Allah tarafından tesis edilmiştir. Tekerrüren, insan bu sistem ve kanunlar dizisinin dışına çıkamaz. Yani bir insan sırf mümin diye veya sırf iyi niyetli diye zafere ve başarıya sahip olacaktır diyemeyiz. Tevekkül kavramının önemini burada vurgulamak isteriz. Bugün materyalist batı felsefelerinin zirvede oluşu, İslam âleminin gayret eksikliğindendir.

Anlaşılacağı üzere felsefemiz ne mânâyı reddeder ne de maddeyi göz ardı eder. Ne dünyayı boş verir ne de ahiretten vazgeçer. Burada Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadis-i şerifinden örnekleme yapmak isteriz. “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” Ancak maddeyi ve dünya hayatını önemsemek, şeytanın hilelerinden olan, maddeye bağlanmak gibi nefsanî bir duruma da insanı düşürmemeli, bahsettiklerimiz bu bağlamda düşünülmemelidir. Mevlana’nın teşbihiyle “Su geminin içine girerse onu batırır, altında bulunursa onu yüzdürür.” Madde de bu teşbihteki su gibidir. Nitekim dünya hayatı ve madde, felsefemizde asla önemsiz değildir.

Şimdiye kadar anlattıklarımız, oldukça soyut ve derinlikli meselelerdir. Sürçü lisan etti isek affola. Bu konularda ufkumuzu genişleten rahmetli Seyyid Ahmet Arvasî hocamıza da teşekkür etmeden geçemeyeceğiz.

Fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi ilim disiplinlerinde maddenin-tabiatın kaide ve kanunlarını görüyoruz. Bunun bir benzeri, sosyal bilimler açısından da geçerlidir. Her ne kadar doğa-fen bilimleri kadar net gözlemlenemese de, sosyal bilimlerde de kaide ve kanunlar vardır. Örneğin, insanın sosyal bir varlık olması gibi, insanın içinde bulunduğu sosyal birimlerin de varlığını göz ardı edemeyiz. İstisnaları olmakla birlikte insan, bir aile içerisinde büyür. Ailesinden ve sosyal çevresinden etkilenir. İnsan, aile başta olmak üzere sosyal cemiyet birimlerinin içindedir. Bu sosyal cemiyet birimleri; bireyin içinde bulunduğu aile, sülale, mahalle-köy-şehir-bölge-ülke halkı ve en sonunda da millettir. (Aralara farklı cemiyet birimleri eklenebilir.) Bir bireyin şahsiyetinin inşasında sosyal cemiyet birimlerinin etkisi göz ardı edilemez. Bu sosyal cemiyet birimleri ve özellikle millet, tarihi bir kültür birikimine sahiptir ve bireyler bu kültür ile büyür ve yetişir. Dolayısıyla sosyal cemiyet birimleri ve özellikle millet, birey için vazgeçilmez bir realitedir. Birey bu cemiyet birimlerine, tıpkı diğer bireyler gibi, mensubiyet bağı ile bağlıdır ve tabiatı gereği sosyal etkileşimde bulunduğu bireyler de genel olarak bu cemiyet birimleri içerisindedir. Bireyin istiklâli ve istikbâli, inşa ettiği özgün şahsiyetinin korunmasına, şahsiyetinin korunması da, içinde bulunduğu cemiyet birimlerinin varlığına ve korunmasına bağlıdır. Yani tıpkı maddenin varlığı ve tabiatı gibi, milletler de bir gerçekliktir.

İnsan, ahlakî bir temayül olarak, şahsiyetini ve istiklâlini borçlu olduğu milletinin menfaatlerini korumak ve muhafaza etmek zorundadır. İnsan, bunu sadece kendisi için değil, aynı zamanda Allah rızası için yapmalıdır. İnsan, bu dünyada maddenin tabiatına bağlı olduğundan, bağlı olduğu sosyal cemiyet birimlerini, milletini ve millî kimliğini inkâr edemez. Bu doğrultuda İslam dininde beynelmilellik kabul edilmemektedir.

Millet kavramı ve milliyetçilik, dünyevîdir. Din kavramı ve dindarlık da ebedîdir. Madde ve mânâyı yan yana getiren felsefemizde hem dünya, hem de ahiret -ikisi de- önemlidir. Bu yüzden millî asabiye de dinî asabiye de, felsefemizde bir aradadır. Biri diğerine engel olmaz, biri diğerine karşı çıkmaz, bu kavramlar birbirine zıt değildir. İnsana nasıl  madde ve mânâ ikliminde bir kimlik tayini yapıyor isek, aynı şekilde Türk Milleti ve İslamiyeti’i / Türklük ve Müslümanlığı Türk-İslam Felsefesi olarak bir araya getiriyoruz. Kendimizi tanımak, tamamlamak, inşa etmek, kimliğimizi tayin etmek istiyorsak, iki kavramı yan yana getirmek zorundayız. “Türklük gurur ve şuuru” ile “İslam ahlak ve fazileti”  şahsiyetimizi tarif etmelidir. “Türk töresi” ve “İslam ahlakı” karakterimizi tarif etmelidir.

Başbuğ Alparslan Türkeş’in ifade ettiği “Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur. Ruhsuz beden ceset olur.” sözünün bugün de arkasındayız. İlim metodu kullanılarak Türk-İslam Felsefesi ile “Türk-İslam Ülkücülüğü”  olarak inşa edilen Türk Milliyetçiliği’nin özü ve esası budur.

Bugün bu felsefenin yeterince anlaşılamaması sebebiyle milliyetçi-ülkücü çevrelerde radikal bir felsefî-ideolojik görüş ayrılıklarına şahit olabiliyoruz. Bu görüş farklılıkları iki kutuptan oluşmaktadır: – 1- Sİyasal İslamcılık – 2- Seküler milliyetçilik

1- Siyasal İslamcılık, milliyetçi ülkücü çevrelerin dışında cereyan eden ama milliyetçi-ülkücü çevrelerden bazı kimseleri etkileyerek kendisine çeken bir kutup olarak karşımıza çıkmaktadır. Belirtmeliyiz ki Türk-İslam Felsefesi ve bu temelde inşa edilen Türk Milliyetçiliği, İslamcıdır ve elbette ki İslamcılığa karşı değildir. Ancak millet kavramını reddeden ve beynelmilellik barındıran “siyasal” İslamcılığa karşı çıkıyoruz. Madde ve mânâ ikliminde değerlendirdiğimiz insanı ve insanın içinde bulunduğu âlemi madde olmadan tanımlayamayız. Eğer insanı ve âlemi maddesiz tanımlamaya kalkarsak, dünyanın ve tabiatın varlığına ve gerçekliğine zıt düşmüş oluruz. Ayaklarımız yere basmaz. Böyle bir durumda ilim metodundan da uzaklaşırız ve kalkınmış-gelişmiş milletlerin karşısında, dalından düşen bir kuru yaprak gibi savruluruz. “Üç günlük dünyada milliyetçiliğe ne gerek var.” şeklinde ifade edilebilecek bir zihniyet olarak da karşımıza çıkabilen bu aykırı düşünce, kulağa ne kadar hoş gibi gelse de, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dünya için çalışmanın önemine yaptığı vurguya ve tevekkül kavramına da aykırıdır.

2- Seküler milliyetçilik ise genel olarak milliyetçi-ülkücü olarak kendisini tanımlayan çevrelerin içinde cereyan edebilen bir kutuptur. Din kavramının insan ve Allah arasında olduğunu ve milliyetçiliğin dünyevî bir fikir olduğunu vurgulayan bu düşünce, felsefeden İslam’ın çıkarılması gerektiğini savunur. Türk-İslam Felsefesini bilimsel olmamakla ve hamasî olmakla suçlayan bu görüşün en önemli eksiği, ilmi sadece maddede aramasıdır. (Sekülerlik, laiklik ile karıştırılmamalıdır. Laiklik “devletin” sekülerleşmesidir diyebiliriz.) Milleti ve milliyetçiliği sekülerleştirmeye kalkışmak, felsefede sadece maddeyi ele alıp “mânâ”yı ihmal etmek anlamına gelir ki bu da bizi materyalizme götürür. Nitekim seküler milliyetçiliği incelediğimizde -batıdaki birçok felsefede olduğu gibi- materyalist bir diyalektik yöntemin metod olarak kullanıldığını görmekteyiz. Üstelik milliyetçilik tanım ve tariflerini, batıdaki milliyetçilik teorilerinin tanım ve tariflerinden alıntılarla inşa eden seküler milliyetçilik, millî olmadan milliyetçi olmak gibi bir sorunla da karşı karşıyadır. Batı medeniyetinin zirvede oluşu, bugün seküler milliyetçi olan bazı çevrelerde kendi milletine yönelik bir aşağılık kompleksine sebep olmuştur. Seküler milliyetçilik çağdaşlaşmanın-yükselişin reçetesini, batı medeniyetinin yükselişindeki liberalleşme-sekülerleşme-materyalistleşme kavramlarında aramaya başlamıştır. Ancak Başbuğ Alparslan Türkeş’in de ifade ettiği gibi batı medeniyeti, maddi bir ilerleme sağlamış ancak insanlığa huzur getirememiştir. Batı medeniyetinin hakim olduğu bu çağda insan insana yabancılaşmakta, insan değersizleşmekte ve değer paraya, güce, ranta, kâra, hâsılı, maddeye yüklenmektedir ve her türlü manevî değer, hükümsüz kılınmaya çalışılmaktadır. Türk Milliyetçiliği ise böyle bir medeniyet karşısında asla aşağılık kompleksine düşemez ve düşmeyecektir de.

Türk Milliyetçiliği, siyasal İslamcılık ve seküler milliyetçiliği asla kabul etmeyecektir. Gerekirse, Türk Miilyetçiliği’ni saptırmaya, bölmeye, parçalamaya çalışan bu fikirlerle de bir ideolojik mücadeleye girmekten kaçınmayacağız. Ancak belirtmeliyiz ki, vahyin ve ilmin aydınlığında milletimizi “gerçek/hakikat, doğru-güzel ve iyi olanda” birleştirmek içindir asıl mücadelemiz. Bu yüzden, madde ve mânâ ikliminde bir ilim metodu kullanarak, Türk-İslam Felsefesi temelinde inşa edilen bir Türk Milliyetçiliğini savunmaya devam edeceğiz. Başta Allah rızası ve Türk Milleti’nin bekâsı için…

Bir yanıt yazın