Bazı fotoğraflar vardır ki insanın yüreğini yakıp da küle çevirir. Böylesi bir durumda zaman akmaktan vazgeçmiş, âdeta durmuştur. Kara haber dedikleri tam da bu olsa gerek! Kafalarda hep aynı olay yer ediyordur ve memleket bu olayın kahramanına mâtem duyan çaresiz yüreklerle doludur. Oysa asıl yangın, bacası zar zor tüten bir ocağa düşmüştür. Ciğeri yanmış bir ananın dünyası, hiç beklemediği bir anda başına yıkılmıştır. Ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş olan bir babanın acı sesi, gökyüzünde yankılanmıştır. Bunları uzaktan seyretmek ve sadece üzülmekle yetinmek en kolayı olsa gerek. Bir fotoğraf insanı neden kahreder? Ruhunu onulmaz bir kedere terk eder? Gözleri, bir zamanlar canlı kanlı olan bu kişinin, sadece küçük bir anı olsun diye çektirdiği bu aziz hâtıranın büyüklüğü karşısında bir nebze gurur ve çokça üzüntü içinde hayâle neden dalar? Fotoğraf, şimdi sadece her günkü gibi alelade çekilmiş bir fotoğraf değildir. Fânî hayatların tükenip bittiği bu âlemde bir iz bırakmıştır ve sonsuza değin ölümsüz kalacaktır. Artık derin bir mânâyı ifade edecek ve dimâğlardan hiçbir zaman silinmeyecektir. İnsan, hiç tanımadığı bu fotoğrafın sahibinin hissettiği duyguları ve düşüncelerini merak eder durur. Kendini, onun yerine koymayı denese bile başaramaz. Geriye ancak derin bir sızı, yürek yangını birkaç kelime ve aziz hatırasına sahip çıkabilmek gayreti kalır. Genç bir delikanlı, masum olduğu yüzündeki sıcak gülüşünden belli… Hayata karşı ilk adımlarını atmak üzere… Türlü güçlükler arasından sıyrılıp, güzel günleri görme düşünde… Küçücük öğrencileri parıltılı gözlerle ona bakarken, sınıfta zevkle ders anlatıyor. Ondan mutlusu yok. Şevkini kimse kıramaz sanki. Kısa bir ara. Sonra dönecek. Dinlenmeye ihtiyacı var fakat aynı zamanda içinde bir buruklukta var. Ayrılık ve yolculuk. Gitmesi gerekse de geri dönecek. Vazifesini yerine getirmenin rahatlığı ve sevdikleri ile kavuşacağı anı iple çekerken hâinler tarafından kurulmuş kancıkça bir pusu… Fotoğrafta kalan düşlerin hepsi yarım, parçaları eksik. Fakat bilinmezliğin hâkim olduğu bu yerde; karanlık görünen her şeyin ancak bir kısmında mutlaka aydınlık bir taraf vardır! İşte bu fotoğrafta aydınlık bir tarafın olduğunun apaçık göstergesidir. Ölümsüzlüğe adım atmanın eşiğinde olan genç bir öğretmenin kahpece vurulmasının ve şehâdete ermesinin eksik de olsa hikâyesidir.
Vadinin arasında bir hareketlilik peydâ olmuş; Güneş, tepede yerini almışken Pülümür yolunda eski bir araba yavaşça ilerliyordu. Radyoda da bir türkü çalmaya yenice başlamıştı. Yolcu, olacaklardan habersiz usul usul ilerliyordu. Hüzün içinde radyonun sesini sonuna kadar açtı ve kendini türkünün ahengine, onu alıp götüren düşüncelerine bıraktı:
“Deniz üstü yelkenden hey canım
Ecel geldi erkenden hey canım hey
Denizin ortasında hey canım
Mum yanar sofrasında hey canım hey
Benim de şu cihandan gidişim hey canım
Memleket sevdasından hey canım hey”
Tam bu sırada ağaçların arasından eli silahlı adamlar arabaya ateş açarak yola indiler. Seyir halindeki araba delik deşik olmuş, yolun ortasında kalakalmıştı. Nereden geldiği belli olmayan hiddetli bir ses duyuldu:
-“İn aşağı! Çabuk!” Dedi.
Fakat cevap gelmedi. Aynı ses şiddetini artırarak tekrar duyuldu:
-“İn aşağı dedim sana! Acele et!” Dedi.
Yine cevap gelmedi. Hiçbir hareketlilik yoktu. Aynı zamanda radyo da susmuştu artık. Pülümür’de kahpece bir pusu kurulmuştu. Şimdi sessizlik en hakiki gerçekti.
…
Necmettin, sıcak bir yaz sabahında üşüyordu. Gözleri, yarı açık perdenin arasından odaya girmeye çabalayan güneşin ilk ışıklarını seyrederken durmadan üşüyordu. Gece boyunca kâbuslar görmüş, yarım yamalak bir uyku çekmişti. Buna rağmen erken kalkmış, daha güneş henüz doğmak üzereyken, ailesi ile kavuşacağı anın heyecanı içinde sabaha gözlerini açmıştı. İçinde sevinç, içinde geleceğe dair umutların, berrak güzelliği varken bile şimdi neden üşüyordu? Bugün yüce dağlar gibi biriken, hasretin geçit vermeyen engellerini aşacağı için, ailesine, sevdiğine ve memleketine kavuşacağı için mi böyle hissediyordu yoksa? Şimdiye kadar böylesi bir durumla hiç karşılaşmamıştı oysaki! Daha önceleri okulunun başka şehirlerde olması sebebiyle sevdikleri ile ayrı kalmaya alışkındı. İçini yakıp da kavuran, sevincini buruklaştıran hissin bir nedeni olmalıydı. İşte o vakit anladı ki yeni bir ayrılığa yelken açıyor, öğrencilerinden ayrılacağı için bu yaz sabahında üşüyordu. Belki yaşı küçüktü, belki daha öğrencileri ile az vakit geçirebilmişti fakat o yine de öğrencilerine tarifsiz bir sevgi besliyor, her birine derin ve samimi hislerle yaklaşıyordu. Öğrencileri de aynı saflık ve samimiyette, sevgiyle ona bağlanıyordu. Öyle ki gerek ders işlerken, gerekse ders aralarında onlarla muhabbet ederken kalplerindeki sevgi yüzlerine vuruyor, gözlerindeki ışık ona umut vadediyordu. Onun için dünyadaki en kıymetli hazine buydu. Savaşlar sadece cephede olmazdı. Eğitimin öneminin farkında, üstüne düşen vazîfenin bilincindeydi. Memleketin sorunlarının ancak eğitim yoluyla çözülebileceğini iyi biliyordu.
Bunları düşünürken bir aralık titredi ve üzerindeki mahmurluğu atabilmek için yüzünü yıkadı. Aslında her sabah mesleği gereği erkenden kalkar, kısa bir kahvaltının ardından işine gitmek için evden çıkardı. Canından çok sevdiği öğrencilerini nazik birer tohum gibi görüp, filizlenmeleri için elinden gelen gayreti gösterirdi. Bu filizlenmenin mimarının bizzat kendisi olduğunun farkındaydı. O yüzden her sabaha heyecan içinde başlayarak, geleceğe emekle atacağı tohumların yeşermesi için çabalıyordu. Necmettin için akşam ayrılık, sabah ise kavuşmak demekti. İşte tamda bu yüzdendir ki ayrılığa ve kavuşmalara alışıktı. Düşünceler ardı sıra gelirken daha fazla oyalanırsa, yola çıkmak için gecikeceğini hissetti. Hemen işe koyularak, geceden toparlamış olduğu eşyalarını kontrol etti. Ocağa çay koydu. Demlenmesini beklerken usulca pencereyi açtı. Görev yaptığı okulun lojmanında kalıyordu. İmkânları kısıtlı olsa da daha zor şartlar altında çalışan meslektaşlarının halini düşünerek kendi durumuna şükür ediyordu. Hem o, bu mesleği kendisinin rahat yaşaması için yapmıyordu asla. Vatanın neresinde olursa olsun, fark etmeksizin şuurlu vatan evlatları yetiştirme idealini gerçekleştirmek için bu mesleği tercih etmişti. Hayalleri, hedefleri vardı. Canından çok sevdiği vatanı için. Ülkesinin içinde bulunduğu zorluklardan, sıkıntılardan ancak eğitim yoluyla çıkılabileceğini iyi biliyor, kendisini bir eğitim neferi olarak görüyordu. Hatta onun göreve başlamasından yıllar önce hâinler tarafından şehit edilen öğretmenlerin izinden gitmek, onlar gibi şehâdet şerbetini içmek istiyordu. “Bayrağımın dalgalandığı her yere giderim.” diyen Şehit Neşe öğretmen gibi başlamıştı mesleğine. Çevresindekilerin tüm baskılarına rağmen “Vatan görevi, nereye gitsek yapacağız.” diyerek gitmişti Siverek’in Çiftçibaşı köyüne. Küçük yaşlardan itibaren babasına sanki içine doğmuş gibi şehit olacağını söylüyordu. Öyle ki atandığını öğrendiğinde duyduğu sevincin tarifi mümkün değildi. Ailesinden, sevdiğinden ayrı kalmayı ve karşılaşacağı türlü zorlukları umursamadan vatanı için, yetiştireceği öğrencileri için, bu mesleği tercih etmişti. Çay demlenmişti artık. Kahvaltısını hızlıca yaptı. Duvarları pembe, üzerinde yaprak motifleri olan odadan dış kapıya doğru yönelmişti ki telefonu çaldı. Arayan ağabeysi ile yengesiydi. Ne zaman geleceğini merak etmiş olacaklardı ki konuşmanın seyri de bu yönde gerçekleşmişti. Ayrıca gelecek sene yapılacak nişandan bahsedilmiş, o günlerin çabucak gelmesini dile getirmişlerdi. Uzun bir konuşmanın ardından telefonu kapatmış, eşyalarını dış kapının önüne koymuştu. Dış kapıya gelmeden hemen önce sağında bulunan siyah ayakkabılıktan bugün giyeceği ayakkabıyı, eski ve yıpranmış iki ayakkabının arasından bulup çıkarması zor olmamıştı. Memleketine götüreceği eşyalar az olduğu için yüklemesi de kolay olmuştu. Necmettin öğretmen arabasına binmeden önce hizmet ettiği okula son kez bakmıştı. Derin bir iç çekişten sonra gelecek yıl öğrencileri için yapacağı planların gerçekleşmesi umuduyla arabasına binmişti. Göreve başladığından itibaren sekiz ay geçmiş, her gününü dolu dolu geçirmişti. Bu kadar kısa sürede ne anılar biriktirmişti burada. Buruk bir sevinç içinde arabayı çalıştırarak yola koyuldu. Yola çıkar çıkmaz radyoyu açmıştı çünkü müzik dinlemeyi çok seviyordu. Aynı zamanda evdeki sazı ve gitarını zevk içinde çalıyordu. Eskiden arkadaşları ile buluştuğunda, evinin altındaki kahvehanede, kendisi çalar arkadaşları ise dinlerdi. Gitarının telleri kopmuştu. Eve gittiğinde ilk işi onu tamir etmek olacaktı. Yolda giderken istikameti üzerindeki evleri ve bu evlerin içindeki insanları düşündü. Ne zorluklar içinde yaşıyorlardı kim bilir. Sonra bir aralık yol kenarında bir şey fark etti. Hafifçe esen rüzgârla, âhenkle dalgalanan bir bayrak ona sanki ”İşte bak! Ben asırlardır senin sayende buradayım! Hakîkat ancak hürce dalgalanışımda gizlidir” der gibiydi. Bu sesi daha önceleri duymuştu. Anımsıyordu. Bu ses Neşe’nin, Bu ses Aybüke’nin ve Fırat’ın hatta bu ses bizzat Necmettin’in kendi sesiydi. Geçmiş ve gelecek bu seste birleşmişti. Yaşlar gözlerinden boncuk tanesi gibi akarken yoluna devam etti. Vakit öğleyi bulmuştu. Güneş tepeden tüm sıcaklığı ile vuruyordu. Pülümür vadisinin kıvrımlı yolları arasında radyoda bir türkü başlamıştı. Necmettin öğretmen daha fazla dayanamayarak yüksek bir sesle sanatçıya eşlik etmeye başladı:
“Benim de şu cihandan gidişim hey canım
Memleket sevdasından hey canım hey”
Tam bu sırada yüzlerindeki nefretleri ellerindeki silahlar kadar soğuk ve çirkin olan adamlar yolu kesmişti. Necmettin öğretmenin arabasını ancak ateş ederek durdurabilmişlerdi. Sessizlik bir anda bozulmuştu. Birazdan toprağa düşecek olan taze fidanın katline şahitlik edecek kuşlar matem içinde, feryat edercesine ötmeye başlıyordu. Necmettin öğretmen ise başına geleceklerden habersiz, olduğu yerde kalakalmıştı. Şimdi ne yapacağını bilmiyor, şaşkınlık içerisinde kendisini durduran kin dolu gözlerin tam içine bakıyordu. Uzun uzun bu gözleri yoklasa bile sevgiye dair bir ize rastlayamadı. Yüreğinin en derinlerinden gelen acı bir tebessüm ile karşılık verdi bu gözlere. Öyle ki bu durumdan rahatsız olmuş olacaklar ki o gözlerin sahipleri harekete geçtiler ve ellerindeki silahlarla arabanın kapısını zorla açtılar. Necmettin Öğretmeni aşağı indirerek aracını ateşe verdiler. Üstelik kahkahalar atarak, acıma nedir bilmeden yakmışlardı arabayı. Küstahça atılan zafer nidâları, yüreklerinde birikmiş kötülüğü gün yüzüne çıkarıyordu. Necmettin öğretmen, insanlığını yitirmiş eli kanlı cânilere dönerek:
– “Neden?” diye sordu. Böyle bir sorunun geleceğini tahmin etmeyen hâinler şaşırmıştı. İçlerinden biri rahatsız olmuş, köpürmüştü. Öfkeyle:
-“Sus, fazla konuşma Öğretmen. Bizimle geleceksin” dedi. Kollarına sarılan hâin elleri silkelenerek uzaklaştırmaya çalışsa da fayda etmedi. Kanlı eller sarmıştı artık bedenini. Çaresiz fakat korkusuz bir duruşla âdeta gürledi:
-“Başaramayacaksınız! Bölemeyeceksiniz cennet vatanımızı! Yıllardır doymadınız kanla beslenmekten. Masum kanı dökmekten. Bebek, çocuk, genç ve yaşlı demeden mermiler yağdırdınız üzerlerine. Siz üzerinize düşen vazîfeyi yapacak, yeşerttiğimiz filizlerin üstüne basacak, biz öğretmenler ise yılmadan, vazgeçmeden her seferinde yeniden yeşerteceğiz!” dedi ve sustu. Nefes nefese kalmıştı. Cevap gelmedi. Verecekleri haklı bir cevapta yoktu zaten. Kin ve nefret hakîkati görmelerine engeldi. Haksız olmaları onları kudurtuyor, kuduz köpek gibi saldırarak masum kanı dökmelerine neden oluyordu. Bir gün gelecek ve döktükleri masum kanının hesabını fazlasıyla ödeyeceklerdi! Necmettin Öğretmenin, zorla ellerini bağladılar. Sonra susması için dipçik darbesiyle başına vurdular. Yıkılacak sandılar lâkin yıkılmadı. Susacak sandılar lâkin o susmadı. Necmettin öğretmen üşüyordu. Aklında bir daha kavuşamayacağı öğrencileri, anası ve sevdikleri varken durmadan üşüyordu. Bu öğlen sıcağında gölgeler, onunla birlikte tekrar geldikleri yöne doğru giderek ağaçların arasında kayboldular. Bu kayboluş mâtemin en gizli haliydi.
Artık olanlar olmuş, Pülümür Çayı, üzerinde taşıyamayacağı kadar zor bir yükü sırtlanmak mecburiyetinde kalmıştı. Bu olayın her anına yalnız kuşlar şâhit olmuştu. Hep bir ağızdan acı bir yasla dile gelmişti kuşlar:
“Ey yüzündeki nuru güllere bedel olan
Gencecik yaşında sonsuzluğa adım attın
Şu yüreklere adınla nakış nakış dolan
“Vatan” gibi sevgi tohumlarını sen saçtın
Ey şu yaz ayında tazecik gül iken solan,
Seni bilmez, yüreği “bayrak” diye atmayan!
Ezelden ebede ölümsüz olacak olan,
Şanlı bayrağı, sensin al kanınla boyayan!”
Gözyaşları, feryatlar ve belki gelir diye beklenen umut kırıntıları ile dolu yirmi yedi gün… Telefonun her çalışında heyecanla sarılmak… Kapının her vuruluşunda o gelmiştir diye umut etmek… Her saniye, her dakika tekrar dönsün diye Allah’a yalvarmak. Küçük bir çocuk yere düştüğünde canının yandığını gören bir ananın kendi canı yanmış gibi en derinden hissetmesi bile ne kadar zorluyken, yirmi yedi gün oğlundan hiçbir haber alamayan ananın tükenmişliği nasıldır kim bilir? Oğlunu okutmak için, kimseye muhtaç olmadan vatana ve millete hayırlı bir evlat olsun diye gece gündüz demeden çalışan bir babanın yüreği ne kadarda incinmiştir? Kim anlayabilir yuva kurmak için düşler kurarken bir anda sevdiğini kaybedenin ıstırabını? Geçen her günde sabırlar ve umutlar gittikçe tükenirken bir haber geldi. Fakat o gelmedi. Pülümür çayı, üzerine aldığı yükü daha fazla taşıyamayacağını anladığı anda kıyıya bırakmıştı artık cansız bedenini. Ondan geriye, cansız gibi görünen fakat hep canlı olacak bir fotoğraf, onun izinden gidecek idealist öğretmenler ve yeniden yeşerecek filizler kaldı. İnsanın zamanla olan mücâdelesinde galip gelen o oldu. Çünkü asırlar geçse bile ismi hiçbir zaman unutulmayacak! Türk milletinin sinesinde hep yaşayacak! Şehit Neşe Alten gibi her türlü güçlüğe göğüs gererek kahramanca görevini yerine getiren yiğit öğretmenler olduğu sürece hafızalara kazınacaklardır. Ruhları, Şehit Şenay Aybüke Yalçın’ın sesinde birleşecek, yeise düşmüş her öğretmene, her gence pes etmemeyi öğretecek ve umut ışığı olacaklardır!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.