İnsan, geleceğine yön verebilmek kudretine ancak kendi geçmişine hâkim olarak erebilir. Geçmiş tecrübelerinden, başardığı ve başaramadığı bütün işlerden çıkardığı derslerden faydalanarak kendine bir yön tâyin edebilir. Bu durum milletler için de farklı değildir; bir millet üzerinde yaşadığı coğrafyanın, sâhip olduğu kültürün ve târihin ona yüklediği misyonu hatırlamak için geçmişine ve özellikle geçmişindeki âbide şahsiyetlere bakmalıdır. Bir milletin var olma mücâdelesinde doğurucu, sürdürücü ve eğitici rol gibi çok önemli bir vazîfeye sâhip olan kadın da, milletinin târihî misyonuna hizmet edecek kuvveti yabancı milletlerin torbasından çıkarılan şahsiyetlerde değil Türk kahramanlarında aramalıdır. Bu yazımızda târih içinde adını pek duymadığımız bir kadın liderden, Raziye Begüm Sultan’dan bahsedeceğiz.

Raziye Begüm, 1206 senesinde Hindistan’da kurulmuş olan Delhi Türk Devleti’nde 1210-1236 yılları arasında hükümdarlık yapmış Şemseddin İltutmuş’un çok sevdiği, sözüne îtibar gösterdiği ve hareminin baş kadını olarak Firuze Köşkü’nde oturmaya lâyık gördüğü Türkan Hatun’dan doğan kızıdır. Küçük yaşlardan îtibâren babası Şemseddin İltutmuş’un yanında devlet işleriyle ilgilenen Raziye’nin bu merakı ve yeteneği babasının gözünden kaçmamıştır. Raziye’nin yetiştirilmesi ve eğitimiyle yakından ilgilenmiştir. At binme, kılıç kullanma, savaş sanatı, târih, coğrafya gibi alanlarda iyi hocalardan dersler almasını istemiştir. Bunların dışında özellikle devlet ile ilgili tecrübelerini de Raziye ile sık sık paylaşarak onu sultanlığa hazırlamıştır. Onu sağ kolu olarak yetiştirmiş, kızına “Kurat-ul Aynım(Göz Bebeğim)” diye hitap etmiş ve kızının erkek kardeşlerinden üstün olduğunu her ortamda dile getirmiştir. Velîaht olarak Raziye’yi tâyin ettiğinde gelen îtirazlara “Benim oğullarım işret ve gençlik zevkleriyle meşguldür. Hiç birisinde memleket idâre edecek kabiliyet yoktur. Dolayısıyla ülkedeki düzeni muhâfaza edemezler. Biliniz ki, benim ölümümden sonra velîahtlığa hiç birisi Raziye’den daha lâyık değildir. Zîra Raziye her yönden erkek kardeşlerinden üstündür.” diyerek yanıt vermiştir. Burada özellikle belirtmemiz gereken nokta, Şemseddin İltutmuş’un on iki oğlu olduğu hâlde sultanlığa Raziye Begüm’ü lâyık görmesidir. Türk’ün felsefesi varlığa cins değil tür; insana da dişi-erkek olarak değil “kişi” olarak bakmayı gerektirir. Bu zihniyete göre bir işin başına getirilmek için önemli olan erkek-dişi olmak değil “kişilik” ve liyâkat sâhibi olmaktır. Şemseddin İltutmuş’un hareketini bunun bir misâli olarak değerlendirebiliriz.

Şemseddin İltutmuş 1232 yılında Gvaliyar Kalesi’ni zapt edip Delhi’ye döndüğünde veziri Tacül- Mülk Mahmud’a bir ferman hazırlaması emrini vererek kızı Raziye Begüm’ü kendine velîaht tâyin etti. Ferman yayınlandıktan sonra İltutmuş’un en büyük oğlu ve Lahor vâlisi olan Firuz bu karara îtiraz etti ama babası hayatta iken yapabileceği bir şey yoktu. İltutmuş hasta olarak gittiği Sencap Seferi dönüşünde vefat etti, Firuz da babasının vefatını Delhi’de bekliyordu. Bir kadın olarak Raziye Begüm’ün sultan olmasını istemeyen bazı beyler ve Firuz’un annesi Şah Terken’in çabalarıyla Firuz hükümdar oldu. Firuz’un basîretsiz yönetiminden ve annesinin yönetime dâhil olmasından rahatsız olan ordu ve Delhi halkı Raziye Begüm’ü destekleyerek tahta çıkmasına yardımcı oldular. Böylelikle 1236 senesinde ilk defa bir Müslüman Türk devletinde bir kadın, hükümdar vasfına sâhip oluyordu. Bu mühim hâdise, İngiltere gibi kadın liderleri ile tanınan bir devletin başına Kraliçe 1. Victoria’nın geçmesinden tam 600 sene önce, Kraliçe 1. Elizabeth’den 322 yıl, Kraliçe 1. Mary’den 318 yıl önce; İngiltere’de olduğu gibi hükümdar olacak erkek çocuk bulunmaması “zorunluluğun”dan değil, on iki erkeğin arasından şuurlu bir tercihin sonucunda yaşanmıştır.

Kaynaklar Raziye Begüm Sultan’ın çok sevilen, desteklenen ve başarılı bir yönetici olduğunu yazmıştır. Askerî ve siyâsî dehâya sâhip olduğu, yay kuşandığı, maiyeti etrafında olduğu hâlde erkek gibi ata bindiği, dönemin kadınlarından farklı olarak yüzünü örtmediği de belirtilir. Aziz Ahmed’e göre “Her yönden erkek gibi kuvvetli, hatta erkek olduğu bile rivâyet edilen Raziye,  hükümdarlığı sırasında harem entrikaları yerine halkın arasına girerek onlara ve Türk emir ve meliklerine, karşılarındakinin sâdece güzel bir kadın olduğunu unutturmuştur.” Târihe düşülen bu not, her Türk kadını gibi Raziye Begüm Sultan’ın da dişiliği ile değil; kişiliği, aklı ve kuvveti ile kendini mânâlandırdığının delilidir. Cüzcâni “Büyük, akıllı, adâletli, kerim, âlimleri hoş tutan, adâlet yayan, ahâlisini besleyen ve ordu çeken bir padişahtı. Padişahlara gereken bütün vasıflarla donatılmıştı.” diyerek onun başarılı saltanatına şâhitlik etmiştir. Türlü îtiraz ve oyunlara rağmen tahta çıkmayı başaran Raziye Begüm Sultan’ın beylere ve halka hitâben yaptığı şu konuşma, onun sâhip olduğu cihan hâkimiyeti mefkûresi ve devlet yönetme ahlâkının bir delilidir: “Saygıdeğer beyler ve sevgili halkım. Maalesef kardeşlerim babamın emânetine sâhip çıkamadılar. Ben bir kadınım ancak bir Türk kadını erkekten zayıf değildir. Orta Asya ve Türkistanlı olan beyler bunu çok iyi bilirler. Hindistan’da hepimiz yabancıydık. Burada İslâm’ın bayrağını dikerek adâlet, birlik ve insanlar arasında eşitliği getirdik. Şimdi bütün bunlar tehlikeye girdiği için varlığımı bunun uğruna fedâ etmeye hazırım.”

Raziye Begüm Sultan, başarılı hükümdarlığının yanında çok güzel Kur’an okumasıyla ve şiire olan kabiliyeti ile tanınır. Babasının bazı sohbet meclislerinde özel olarak Raziye’ye şiir okuttuğu ve onu bu yönde sürekli teşvik ettiği söylenir. “Şirin-i Dihlevi, Şirin-i Gûri” mahlasları ile yazdığı beyitler Türk- Fars edebiyatının güzel misâllerindendir. Şiirlerinde kimi zaman his dünyasının kapılarını açmış kimi zaman da kahramanlık gibi konuları işlemiştir: “Ey Şîrin gel, muhabbet yoluna adım atma, bundan sakın/Sen yoksa bu yolda Ferhad’ın başına gelenleri işitmedin mi?” Bazı ilim adamlarına göre Türkçe şiirlerinin toplandığı bir dîvanının da olduğu rivâyet edilmektedir.

Sâdece dört sene Türk Delhi Devleti’nin başında olan Raziye Begüm, bu kısa süre boyunca iç karışıklıklar, taht kavgaları ile meşgul olmuş; bütün zorluklardan başarı ile çıkmasını bilmiştir. Babasının ona emânet ettiği devletin bekâsı için üstün çaba sarf etmiştir. Tahta geçer geçmez Nur Türk adlı bir kişi önderliğinde Karmati (Şii) ve Mülâhidelerden (Melahide zümresi) oluşan bir grup ayaklanarak halkı, Ebu Hanife ve İmam Şâfiî mezheplerinin bilginlerine karşı kışkırtmıştır. Söz konusu grup, Cuma Mescidi ile yakınındaki Mu’izzî Medresesi’ne saldırmış ve Müslümanlara yönelik bir katliam başlatmıştır. Raziye Sultan bu isyanı bastırmış, devlet işlerini düzene koymuş, sulh ve sükûn dönemini yeniden başlatmak üzere daha önce ihmal edilen kanun ve gelenekleri tekrar hayata geçirmiştir. Kendisine isyan eden Türk beylerinin nüfuzunu kırmak için atalığı Etiyopyalı Cemâlleddin Yakut’u Emir-ul Ümerâlığa yükseltmiştir lâkin Türk beylerinin bu durumdan memnun olmaması netîcesinde 1240 senesinde çıkan bir isyanda hem tahtını hem de hayatını kaybetmiştir.

Şüphesiz ki, Raziye Begüm Sultan’ın hayatından bütün Türk Milleti ve özellikle Türk kadını için çıkarılacak dersler mevcuttur. Yapacağımız işler, sâhip olmamız gereken hasletler için başka başka yerlerden örnek şahsiyetler aramak ve onların peşine düşmek yerine Raziye Begüm Sultan gibi nice âbide şahsiyeti târihin tozlu sayfaları arasından çıkarmak gereklidir. Muvaffak olabilirsek bizim de gayemiz budur.

 

KAYNAKÇA

1)Nizamüddîn Ahmed, Tabakat-i Ekberî

2)Erkan Türkmen, Sultan Raziye, NKM Yayınevi, İstanbul 2007, 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.