Yirminci yüzyılın başlarında Türk milliyetçiliğinin temel gâyesi Türk milletine milliyet şuuru kazandırmak, kısaca “Ne mutlu Türk’üm diyene!” düsturunu Türk halkına kazandırmaktı. Bunların misallerinden önceki yazılarda uzun uzadıya bahsettik. Genelde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki uygulamaları ve amaçları da konuştuk. Fakat Türk milliyetçiliğinin halkçılık prensibi, daha önce de belirttiğimiz gibi sâdece o dönemlerde uygulanmış ve iş başarılınca ortadan kalkmış değildir. Altmışlı yılların sonunda aksiyoner bir hareket olarak Türk milletinin târihine geçmiş Ülkücü Hareket de halkçılık prensibini temellerine oturtmuştur. Hatta belki de Türkiye’de bunu başarabilen tek hareket olmuştur. Aslında yazımızın konusu da bu başarıdır. Çünkü bâzı çevreler ki bunlar azınlık da olsa seslerini milliyetçi câmia içerisinde duyurabilmektedirler, Ülkücü Hareket’in Türk milliyetçiliğini halka mâl etmesinden rahatsız olup milliyetçiliğin köylüleştiğini, entelektüel kimliğini kaybettiğini ve daha da ileri giderek milliyetçiliğin sırf bu yüzden ilerlemediğini dile getirmektedirler. Yâni Ülkücü Hareket’e yapılan bu itham aslında onun siyâsete girip Türk milliyetçiliğini siyâsî bir parti ile bizzat temsil edip onu hükûmete taşıma mücâdelesinedir.

Bu meselenin en mâsum savunucuları, kendi insanını câhil görüp kendisiyle aynı fikirde olmasına katlanamayan bir avuç insandır. Bunlar kendilerinin kentli olduğunu düşünüp konuştukları meselelerin sokağa inmesinden rahatsız olmaktadırlar. Hâlbuki bir hareket kitlelere mâl olduğu anda aydın kadrolara daha çok iş düşmektedir. Fikirlerini bu kitlelere anlatmaları gerekmektedir. Ancak bu bir avuç insan konfor alanlarından çıkmak istememekte ve vazîfelerini yapmamaktadırlar. Bununla berâber İsmail Gaspıralılardan, Ziya Gökalplere kadar bu fikrin ideolojik mücâdelesinin ilk önderleri işe hep köylerden başlamıştır. Pek çoğu köylü olmasa da köylüyü aşağı görmemiş, daha ileri giderek köylüyü kendilerinden daha yukarıda bilmişlerdir. Çünkü çevrelerinde yaşanan bozuklukların çözümünün Türk köylüsünde olduğuna inanmışlardır. Yapılması gerekenin, köylünün farkında olmadan yaşadığı milliyet duygusunu açığa çıkarmak ve ona teknik araç-gereçleri götürmek olduğuna îman etmişlerdir.

Bu düşünceleri incelemeye geçmeden önce şunu da belirtmek gerekiyor: Bu safsataları çıkaranlar ya gaflet içindedir (ki bunlar bir önceki paragrafta belirtilenlerdir) ya da Türk milliyetçiliğine ihânet içerisindedirler. Genelde de birinciler bilerek veya bilmeyerek ikincilere hizmet etmektedir. İkinciler de kozmopolit yabancı ideolojilerle iş birliğine girmiştir. Bu kadar net ifâde kullanmamın sebebini, Türk milliyetçiliğinin uygulama planındaki gâyelerini ve bu insanların kendilerini dayandırdıklarını düşündükleri milliyetçi aydınlardan bahsedince daha iyi anlayacaksınız. Konumuza dönecek olursak öncelikle Türk milliyetçiliğinin târihî seyrine kısaca göz atmamız gerekecektir ki bu tartışmanın dayanak noktaları da oralarda bulunacaktır.

Türk milliyetçiği ideolojik bir zemine oturmadan önce ilk milliyetçi aydınlar, okumuş çevreler olmaları ve genelde İstanbul gibi büyük şehirlerde yaşamaları sebebiyle; dil, târih alanlarında ilmî birtakım çalışmalar yaparak Türk milliyetçiliği yapmaya veya onun nüvelerini vermeye başlamışlardır. Bu fasıl gerçekten de halka inmemiş ve Paris gibi Avrupa şehirlerinde, ardından İstanbul’un kaymak tabakası diyebileceğimiz genel olarak da meşrutiyet yanlısı aydınların konuştuğu konular çerçevesinde geçmiştir. Tanzimat’ı yapanların her biri Türkçü olmasa da büyük çoğunlukla bu bürokrat çevrelerdir. Bu süreç gâyet doğaldır. Herhalde Türk târihine ve diline milliyetçi bir bakışla bakması gereken ilk şahıslar köy kahvesinde sohbet eden dedeler değil İstanbul aydını olacaktı. Bu bir aşağılama değil gereklilikti. Bu faslı fazla uzatmadan biraz daha ilerleyelim.

1912 yılına geldiğimizde 190 tıbbiyeli Yusuf Akçura’ya bir mektup yollar. Mektup şöyle başlamaktadır:

“Efendimiz,

Türk ırkının maarif ve mekteplerine hizmet ederek içtimâî geleceğini temin emeliyle toplanmış 190 tıbbiyeli nâmına, zât-ı âlilerine müracaat ediyoruz. Maksadımız arz edeceğimiz şeylere dâir hâkimane ve edibâne fikirlerini öğrenmektir.”[1]

Mektubun tamâmını burada vermeye lüzum yoktur fakat temel amaç Türk Ocağı’nı açmaktır. Türk Ocağı da yine iyi eğitim alan köken îtibâriyle genelde şehirli olmayan ancak aydınların içerisinde yetişmeleri dolayısıyla normal halkın içinden çıkıp Türk milletinin aydın kadrolarını oluşturan insanlar tarafından kurulmuştur. Fakat bu Ocak sâdece İstanbul’da değil ülkenin pek çok yerine yayılmıştır. Çünkü amaçları Türkçülük mefkûresini halka yaymaktı. Bu fikrin artık İstanbul’un yalılarında değil Anadolu’nun bozkırında konuşulmasını istiyorlar, Türk milletine unuttuğu ülküsü hatırlatacak faaliyetler yapmaya çalışıyorlardı. Bunun sonucunda Türk Ocağı, 1928 yılında, Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde 250 şube ile faaliyet göstermekte idi.[2] Herhalde bu 250 şubenin 200’ü Ankara ve İstanbul’da değildi. Bu ocağın kuruluş gâyesi Türkçülüğü yaymaktı. Bu amaç doğrultusunda Türk “amacını elde etmek için Türk Ocağı adlı kulüplerde dersler, konferanslar, müsâmereler düzenleyecek; kitap ve risâleler yayınlamaya ve mektepler açmaya çalışacaktır.[3] Anlıyoruz ki Ocak, Ziya Gökalp’in Halka Doğru ilkesini uygulamak için çalışmalar yapmaya çalışıyor ve en önemlisi kitlelere ulaşmak için yurdun dört tarafında şûbeler açıyordu. Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliğini siyâsî ve içtimâî bir hareket olarak tanımlıyor, siyâsî mücadeleyi Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki milliyetçiler yaparken içtimâî hareketi Türk Ocağı yapıyordu. Bu sebeple Ocak kuruluş nizâmında hiçbir siyâsî amaç gütmüyordu.

Ayrıca Yusuf Akçura, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını da bir mefkûrenin gerçekleşmesi olarak görüyor:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin başta Büyük Millet Meclisi Hükûmeti nâmıyla, sonra hakîki adıyla kurulması, Türk milliyetçiliği açısından Türkçülük idealinin gerçekleşmesi demektir. Çoğu Türkçülerin belki hayatlarında gerçekleşeceğini ümit bile edemedikleri ideal bir Türk dehâsının kudretiyle gerçek olmuştu, millî Türk Devleti kurulmuştu.”[4]

Aslında Türk milliyetçiliğinin siyâsî sâhada temsilinin devlet tarafından yapıldığı düşüncesi, herkesi rahatlatıp ilmî ve fikrî sâhaya kenetlenmeye itmişti. Fakat işler düşündükleri gibi gitmemiş daha millî devlet mefkûresini gerçekleştiren Gazi Paşa’nın sağlığında, yavaş yavaş devletin milliyetçi kadroları tasfiye edilmeye ve yerlerine başkaları geçmeye başlamıştır.

Otuzlu yıllarda Türk Ocağı kapatılınca Türk milliyetçileri en gelişmiş kurumlarını ve teşkîlâtlı bir hareket olma özelliğini kaybetmiştir. Türk milliyetçileri başta buna pek ses çıkarmamıştır. Büyük ihtimalle o târihlerde devletin milliyetçi bir parti tarafından yönetildiği fikri Türk milliyetçilerinin kafalarının rahat olmasına neden olmuştur. Ancak en teşkîlâtlı yapı kaybedilmişti bir kere… Milliyetçiler uzun süre bunu tekrar yapmak için çeşitli dernekler kursa da 27 Mayıs İhtilâli ardından gelen anayasanın sağladığı rahat duruma kadar ciddi bir teşkîlât kuramayacaklardır. Bu arada 1944 olayları gibi olaylar da yaşanmış, Türk milliyetçileri hâlen geniş bir kitle olduğunu herkese hatırlatmıştır.

Bu süreçte Türk milliyetçiliği bir fetret devrine girmiş, devletin milliyetçi kimliği yavaş yavaş silikleşmeye başlamıştır. Bunu Türk milliyetçiliğinin köylü bir yere evrildiğini veya zâten köylü bir hareket olduğunu söyleyenlerin dayanak noktalarından biri olan Atsız Bey de milliyetçiliğin devlet nazarında hiçe sayılmasının milliyetçiliğe karşı bir haçlı seferi olduğunu 1944 yılında da dile getirmiştir. Hatta Durmuş Hocaoğlu, Başbuğ Alparslan Türkeş’in vefâtının ardından kaleme aldığı yazıda Ülkücü Hareket’in bir başarısı olarak şunları yazmıştır:

“Türk milliyetçiliğinin sâdece ‘entelektüel bir kültür hareketi’ olarak güdükleşmesi, boğulması önlenmiş, Türk milliyetçiği siyâsîleşmiş, siyâsî bir güç olmuştur.”[5]

Burada dikkat çekmek istediğim nokta Ülkücü Hareket’in neyi başardığı değil, Türk milliyetçiliğinin 1968 öncesindeki durumudur. Burada kullanılan güdükleşme ve boğulma ifâdeleri çok ağır ve doğru ifâdelerdir. Buraya ilerleyen satırlarda geleceğiz.

Tabi bu süreçte çok kaliteli milliyetçi aydınlar yetişmiştir. Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Osman Turan, Necmettin Hacıeminoğlu gibi isimler ilim sâhasında ilerlemişler ve usta çırak ilişkisi ile yetişerek çok kaliteli münevverler olmuşlardır. Fakat Türk milliyetçileri sayıca çok çok az kalmış, halkı tanımak ve ona tesir kâbiliyetinden yoksunlaşmıştır. Devlet kademelerinde Türk milliyetçiliği tasfiye edilirken bunları sâdece dar çevrelerin okuduğu dergilerde dile getirebilmiş ancak Gaziantepli bir vatandaşımıza derdini anlatamamıştır. Türk milliyetçiliğinin ırkçılık olduğu pek çok çevreye yayılmış ancak bunun bir kültür hareketi olduğunu söyleyenler TRT radyolarında türkülerimiz yerine Batı müziği çalınmasının zarârını dahi anlatamamıştır.

Sosyalistler hızlı bir şekilde sendikalar kurarak işçiye ve köylüye ulaşırken Türk milliyetçileri, ne olmadıklarını anlatmaya çalışmaktan milletin gerçek gündemine yönelik politikalarını ve uygulamalarını anlatamamış, hatta halka uzak kaldıkları için bu gündemden de uzak kalmışlardır. Bu acı fakat söylenmesi gereken gerçeklerdir. Türk milliyetçiliği hariç bütün ideolojiler halka ulaşıp onları Türklüklerinden uzaklaştıracak faaliyetlerde bulunurken Türk milliyetçileri bunlara seyirci kalmıştır. Sosyalistler sendikalar kurarken, nurcular köylere inip halkımızın din anlayışını değiştirirken, kapitalistler medyaya ve siyasette etkili olurken Türk milliyetçileri dernekleşmeye çalışıp bu meselelere mesâfeli kalmışlardır. Herhalde bunun kötü bir şey olduğunu söylemeye gerek yoktur. Türk insanı liberal, sosyalist hatta nurcu olurken Türk milliyetçisi olmamasından ve milletin sömürüye açık kalmasından, milletin meselelerinden uzak kalan Türk milliyetçileri sorumludur. Çünkü milliyetçi hareket sâdece entelektüel bir hareket değildir. Hiçbir içtimâî hareket sâdece entelektüel değildir. Milliyetçi bir hareketin entelektüel mücâdelesi çok önemlidir. Milletin ve hareketin istikâmetini belirler. Fakat siyâsî bir karşılığı olmayan, ekonomide yeri olmayan, Türk kültürünün gelişmesinde veya yozlaşmasında seyirci rolünde olan; sendikaları ile işçinin, memurun, çiftçinin, esnafın derdini bilmeyen bir hareket hiçbir zaman başarıya ulaşamayacaktır ki halktan uzak bir hareket, milliyetçi de olamaz.

Altmışlı yıllarda Türk milletinin kılcal damarlarına kadar ilerleyen yukarıdaki üç ideoloji öyle bir tehdit safhasına gelmişti ki sosyalistler; sokağa, üniversiteye, fabrikalara hâkim olmuştu. İşte tam bu sırada Ülkücü Hareket mücâdele safhasına atılmıştır. Üniversitelerde faaliyet göstererek Anadolu’nun bağrından kopup gelen Türk çocuklarını, Türk milliyetçiliği ile tanıştırmış, kapitalist sistem altında ezilen ve sosyalist sendikalar dışında hiçbir umûdu olmayan Türk işçisine umut olmuş, kültür faaliyetleri ile sokağa kadar ulaşabilmiştir. Bunu da eğitim yaparak teşkîlâtlı bir şekilde başarmıştır. Ancak mücâdele oldukça çetindi.

Türk milliyetçilerinin aydın kadroları ile oluşturulan 9 Işık Millî Doktrini iktidar olmadan halkın içinde olmak, onun dertlerine çözüm olmaya çalışmak; ilk iktidar politikasında, askerî hareketlerde dağılacaktı. Bunun örnekleri sabah erken kalkanın ihtilâl yapmaya çalıştığı atmışların başında ve 12 Mart’ta daha iyi anlaşılmıştı. Devlet kademeleri, milliyetçilerin yönettiği bir devlet hayâlinden oldukça rahatsızdı. Öncesinde söylenen “…Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa onu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek, ikinci askere gitmek!” sözü bunun açık ifâdeleridir. Devleti, Türk milleti ve onun sıkıntılarını dile getiren milliyetçiler değil, birtakım aristokratlar yönetmeliydi!

Bunlar olurken komünistler, terör örgütleri ile hem meclise hem sokağa hâkim olmaya çalışıyorlardı. Milliyetçiler ise legal yollarla bunlarla mücâdele etmeye çalışıyordu. Ayrıca Türk milliyetçiliği gayrı millî olmadığı gibi illegal de değildi ki devrim yapmak için terör örgütü kursun… İşte CKMP ve ardından dönüştüğü MHP bunun serencâmı ile faaliyet göstermiş ve artık devleti yöneten liberal veya ortanın solu düşüncelerine karşı “Ben de varım!” diyordu. Ülkücü Hareket siyâsî sâhaya girdiğinde milleti felâketlerden kurtarıp sonra devlet direksiyonunu başkalarına emânet eden mâkûs tâlihten bıkmıştı. Artık Türk milletinin kaderini yine Türk milleti belirlemeli, bu yüzden Türk milliyetçiliği artık iktidar olmalı idi.

Bu amaç doğrultusundan Türk milliyetçiliği yeniden kitle hareketi olmalıydı. Bunun elbette bâzı sakıncaları vardı. Hızlı büyüme berâberinde kalitesiz bir kitle hâline gelmenize neden olur. Eğer insanları koyun gibi gütmek niyetindeyseniz bunu sakınca olarak görmeyebilirsiniz fakat milletin üzerindeki zinciri tutmak değil kaldırma niyetindeyseniz hızlı büyümeyi kaliteli kadrolar ile yapmalısınız. Halkı koyun gibi gütmemek, onu iktidar yapmak için bu şarttır.

Eleştiri de bu noktalardan gelmektedir. Kitle büyüdükçe fikrî tekâmül durmuştur. Eğer dert bu ise haklı bir derdin varlığından söz edilebilir ve saygıyla karşılanır. Ancak yine de doğru bir tespit değildir. Çünkü Türk milliyetçiliğinin Gökalp sonrasındaki en önemli fikrî tekâmülü 1968-1980 arasındadır. Bunların kanıtı uygulama planlarındaki zenginlik ve derinlik, yayıncılık faaliyetleri, Türk milliyetçiliğini temsil eden Ülkücülerin kalitesi ve şahsiyetleridir. Siyâsî, içtimâî, iktisâdî sistemlerde; eğitim, sağlık, sanâyi sistemlerinde; tarladan şehir hayâtına kadar milletin gündemini ve dertlerini teşkil eden bütün alanlarda Ülkücü Hareket söz söylemiş, yayın yapmış, üretimde bulunmuş ve bunları şömine başında iki üç gence anlatmamış; Tandoğan’da milyonlara, meclis kürsüsünde bütün millete anlatmıştır. Yurdun dört yanına eğitimciler yollayarak bunu bütün kadrolarına anlatmış, kitaplar okutmuş, seminerler vermiştir. Tüm Türkiye tarafından okunan gazeteleri ile milliyetçi olan olmayan herkese ulaşmıştır. Zâten milliyetçi akademisyenler tarafından yetiştirilen dar çevreler yerine hayâtında milliyetçilik nâmına söz duymamış insanları milliyetçi yapmıştır. Rahmetli Atsız Bey de Ülkücü Hareket’i ve onun siyâsî mücadelesini desteklemiş 1966 yılındaki seçimlerde ve büyük ihtimalle sonraki seçimlerde de oyunu CKMP tarafında kullanmıştır.[6] Ve Ülkücü Hareket iktidara gelmeye muktedir olduğu yıllarda okyanus ötesinden gelen bir darbe ile susturulmaya çalışılmıştır.

Türk milliyetçiliği bugün bu gücünden uzaktır. Fakat bunun sebebi Ülkücü Hareket’in yaptıklarında aranmamalıdır. Konu 12 Eylül sonrası ve özellikle 2000 yılından îtibâren eğitim ve propaganda yönünden geri düşülmesinde aranmalıdır. Çünkü yine şömine başında, Türk milliyetçileri yetişmektedir fakat bunlar halkın sorunlarına çözüm olacak fikirlerden uzak düşmüştür. Bu problem şimdi Ülkücülere karşı yapılan saldırılara neden olmuştur. Ülkücüler bunlara cevap vermelidir. Kitle hareketi olarak kalitesinden ödün vermeden yeniden büyümeli, yeni fikrî tekâmüller ile eski gücünden çok daha fazla büyüyerek milleti yönetmelidir. Türk milletinin sömürüden kurtulmasının başka yolu yoktur. Yoksa seküler milliyetçilik, liberal milliyetçilik, Marksist milliyetçilik gibi laboratuvar üretimi safsatalar ile uzun süre mücâdele etmek mecburiyetinde kalacağız.

“Gelecek yazıda halkçılık ve toplumculuk prensibini Dokuz Işık nazarından irdeleyeceğiz.”

[1] Yusuf Akçura arşivinden

[2] Ocağı2 Akçura, Yusuf. Türkçülüğün Tarihî Gelişimi. Türk Kültür Yayını. 1978. sf 227

[3] Türk Ocağı’nın Esasî ve Dâhilî Nizamları. Matbaa-yı Hayrîye ve Şürekâsı. İstanbul. 1913. Üçüncü madde.

[4] A.E. (2) sf 230.

[5] Hocaoğlu, Durmuş. Hakk’a Yürüyen Bir Er Kişi: Alparslan Türkeş. Son Çağrı Gazetesi. 10 Nisan 1997.

[6] Atsız, Hüseyin Nihal. Turancıyız, Ne olacak?. Ötüken. Sayı:30.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.