Dün gene meçhul filozofla beraberdim. Elinde bir gazete vardı. Dedi ki:
-Bazı kimseler, hâlâ “hedef”le “mefkûre”nin ayrı ayrı şeyler olduğunu anlayamıyorlar. Hedef istikbale, mefkûre maziye aittir. Hedef, şuurlu bir fikir, mefkûre şuursuz bir duygudur. Hedef, zihindeki bir tasavvurdan ibarettir; mefkûre ise, bizi arkadan iten, gizli bir kuvvettir. Bu gizli kuvvetten yalnız, şuur sahnesine çıktıktan sonra haberdar oluruz. Hedef bir şeniyet olmadığı halde, mefkûre hakikî bir şeniyettir.
Mefkûre, yaratıcı bir hız, yaratıcı bir hamledir. Hedef, düşünülmüş bir gaye, yaratılmış bir maksattır. Bu gayeyi düşünen ve bu maksadı yaratan da cemiyet değil, ferttir. O halde mefkûre maşerî, hedef ferdîdir.
Şimdi bakalım: Mahiyeti hedeften, maksattan başka bir şey olan mefkûre nasıl bir şeydir? Mefkûre müstesna anlarda yaşanılmış ve yine o anlarda yaşanabilen bir hayat tarzıdır. Bu müstesna anlar, cemiyetin büyük bir buhran geçirdiği dakikalardır. Adi zamanlarda fertler, yalnız ferdî hayatları ile meşgul olduklarından, cemiyetin hayatı gayet zayıftır. Fertlerin uyanık bulunduğu bu adi zamanlarda cemiyet uykuya dalmış gibidir.
Fakat milletin hayatı büyük bir tehlike ile tehdit olunduğu, cemiyet büyük bir hamleyle kendini kurtarmaya azmettiği galeyanlı dakikalarda, cemiyet, bu derin uykudan birdenbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini, şahsî arzularını, ailelerini, servetlerini, hatta aşklarını unuturlar. Hepsinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir ihtiras hüküm sürer.
Bu anlarda, fertler münferit, münzevi de kalamazlar. Daima ötede beride yığınaklar, tecemmular vücuda gelir. Herkes bu cemi-i gafirin içine girer. Halkın arasında tabiî hatipler zuhur eder. Bunların efkâr-ı ammeye uygun olan hitabelerini herkes alkışlar. Efkâr-ı ammeye muhalif söz söyleyenler linç kanununa çarptırılır; yani umum tarafından parçalanır.
Fert, sonradan yalnız kalınca, bu galeyanlı tecemmularda söylediği sözlerin, iştirak ettiği kararların kendisinden çıktığına hayret eder. Çünkü bu galeyanlı dakikalarda, fertler, ferdî şahsiyetlerini kaybetmişlerdi. Hepsinin ruhunda hüküm süren, yalnız maşerî şahsiyetti. Cemm-i gafir halinde, söylediği sözler, yaptığı işler, hep bu maşerî şahsiyetin iradesinden doğmuştu. Fransa’nın büyük inkılâbında 4 Ağustos gecesi meşhurdur. Millet Meclisinin bu geceye müsadif içtimaında asilzadelerle ruhanî reisler, sınıflarına mahsus olan bütün hukukî imtiyazlarından müttehiden feragat ettiler. Hâlbuki meclis dağılıp da, evlerine gidince zadegânla ruhani reislerin hepsi, nasıl olup da böyle bir karara iştirak ettiklerine şaştılar. Cümlesi, bu geceki reylerden pişman olmuşlardı. Sonra “Aldanmışlar Gecesi” adını verdikleri bu gecenin, imtiyazlara taalluk eden kararlarını bozmak için çok uğraştılar, fakat muvaffak olamadılar.
Alman krallarına ve prenslerine, istiklâllerinden vazgeçerek yeni Alman İmparatorunun tâbiiyeti altına girmeyi de, yetmiş muzafferiyetini müteakip Versay’da toplanan Alman hükümdarları ve prensleri meclisine arz etmeyi büyük bir fırsat addetmişti. Prusya kralından başka, ne kadar Alman hükümdarı veyahut prensi varsa, hepsi Prusya kralını kendilerine metbû ve imparator tanıdılar. Almanların bu içtimaı da, Fransızların 4 Ağustos içtimaı gibi bir aldanış günüydü. Çünkü bu içtimada istiklâllerini vatanın birliği için feda eden krallar ve prensler meclisten ayrılır ayrılmaz pişman oldular.
Aynı tecrübeyi Türkler de yaptılar. Büyük askerî ve siyasî zaferleri müteakip toplanan bir parlamento galeyanlı bir içtimaında, bundan sonra devletin Cumhuriyet ve laik devlet olduğunu ilan etti. Bu karara ulema ve meşayihten olan mebuslar da iştirak ettiler.
Tarih tetkik olununca görülüyor ki büyük mücedditler, halka kabul ettirdikleri büyük inkılâpları vücuda getirmek için en buhranlı dakikaları intihap ederler. Bunlar, sükûn zamanında asla kabul ettiremeyecekleri teceddütleri, bu büyük buhran hengâmelerinde kolayca kabul ettirebilirler.
Demek ki, bu galeyanlı anlarda, fertler son derece fedakar oluyorlar. Bundan başka, tehlikede bulunan zümre hangisiyse, onun kıymetine ve manevî velayetine çok hürmet ederler. Velayetlere ve kıymetlere büyük hürmetler arz etmek, inzibatın temelidir. O halde, büyük bir buhrandan doğan ve içinde şiddetli bir hayat yaşanılan mefkûre, gerçekten yaratıcı bir hamledir. Bu hamle, fertleri hakikî kıymetlere karşı, hem en büyük hürmetleri takdime, hem de en büyük fedakarlıkları icraya sevk eder. Bundan başka, yığınağa iştirak eden fertlerin ümitleri, azimleri, imanları da son derece kıymet kazanır. Bu anlarda nice halim adamlar gazaplı, nice korkan adamlar kahraman, nice bedbinler nikbin, nice meyuslar ümitli var olurlar. Bu anlarda, umum ruhlarda, sâri ve müstevli bir vecd vardır ki, hepsini en tatlı saadet duygularına gark eder.
İşte, insanların bu galeyanlı anlarda yaşadıkları bu tatlı saadet hayatına “mefkûre” adı veriliyor. Demek ki mefkûre, buhran zamanlarında şiddetli bir halde yaşanılan çok şiddetli bir maşerî hayattır. Başka vakitlerde yaşanılan hayatlar ise ferdî hayatlardır. Fertler, tabiaten huzûzâtcı, menfaatçi ve hodkâmdırlar. Maşer ise, tab’an menfaatsiz ve fedakardır. Maşerî bir hayat yaşadıkları bu müstesna anlarda, fertler de maşer gibi, hasbî, menfaatsiz, fedakar olurlar. Mefkûrenin menfaatperestlikten, hodkâmlıktan uzaklaşmak suretindeki tecellisi bundandır. Fertler, cemiyetin görülmeyen varlığını, ancak bu müstesna anlarda seziyorlar. Onun manevî mevcudiyetinden haberdar oluyorlar. O halde mefkûre, cemiyetin kendisidir. Zira cemiyet, kendisini terkip eden fertlerden değil, bu fertlerdeki müşterek duygulardan, müşterek iradelerden, müşterek düşünüşlerden, yani müşterek vicdandan ibarettir. Bu gözlere görünmeyen manevî vücudu, eski zaman adamları “Peri, melek, Tanrı” timsalleriyle tasavvur ederlerdi.
Eski Türkler, tabiî aşkın galeyan haline geldiği bir “Aşk Çağı” kabul ederlerdi. Bu aşk çağında semadan inen bir nur sütunu yahut bütün eşyada münteşir halinde bulunan “Altın Işık” kime dokunsa onu gebe bırakırdı. Güya çam fıstığı ve huş adlı ağaçların bu suretle gebe kalmasından Dokuz Oğuzlar vücuda gelmiştir.
Bu Altın Işık, mefkûreden başka bir şey değildi. Aşk çağı ise, mefkûrenin doğmasına sebep olan büyük bir maşerî galeyan ve içtimaî buhrandı. Türk hayatında, öyle buhranlı dakikalar az değildi. Daima ilin en küçük şeklinden başlayarak ve diğer illerle birleşerek tekâmül eden boy beyliğinden il beyliğine, il beyliğinden hakanlığa, hakanlıktan ilhanlığa atlayan bir cemiyette büyük buhran dakikaları eksik olamazdı. Büyük zafer veya mağlubiyet, mefkûrenin doğmasına kâfi idi. Balkan Muharebesi, Harb-i Umumi ve Mütareke’den sonra görülen ahval, Türk’ün mefkûresinin doğmasına sebep olmadı mı?
Mefkûresini bulan bir millette, daima arkadan bir itme vardır. Zihnî bir tasavvurdan ibaret bulunan hedef ise, bizi arkadan itmez. İnsanları daima iten, mefkûreden başka bir şey değildir. Hedefe ulaşmak için büyük cehtler sarfı lazımdır. Hâlbuki her mefkûre, cemiyetin arasında, onu ileri doğru iten yaratıcı bir hamledir. Mefkûresi değişen bir milletin, bütün kıymet hükümleri de beraber değişir. Bundan dolayıdır ki, Nietzsche, “Hakikî inkılâp kıymetler inkılâbıdır.” diyor. Çünkü kıymetlerin inkılâbı mefkûrenin değiştiğini haber verir.
Eski filozoflar, ekseriya mefkûre ile şeniyeti birbirinin zıddı gibi görürlerdi. Bir şey mefkûre ise, şeniyet olamaz. Şeniyet mefkûre mahiyetini alamaz sanırlardı. Bu telakki, aynıyla da edebiyata geçti. Mesela, Victor Hugo diyor ki: “Mefkûre şeniyete temas edince toz halinde dağılır.” Bir ümit felsefesi yapacağım diyen Alfred Fouillée ise “Her mefkûre er geç şeniyetleşir.” demiştir.
Yukarıda gördük ki mefkûre, bir fikir halinde başlayarak, sonradan şeniyete istihale etmez. Belki, mefkûre ta ilk menşeinde bir canlı şeniyet olarak doğan büyük bir buhran zamanında, cemiyette yalnız müşterek vicdan hâkim olur, ferdî vicdanlar kaybolur. Bu müşterek vicdan, ruhlara vecd saçan, bütün fertleri kutsiyetine karşı hürmetkar ve fedakar kılan yaratıcı bir şeniyettir.
Mefkûre dediğimiz şey, bu maşerî vicdanın şedit ve mütekâsif bir hayat hamlesidir. Demek ki mefkûre, yeni doğduğu zaman canlı ve yaratıcı bir şeniyet, hakikî bir hayat halindedir. Bundan başka yaratıcı bir hamledir: Bütün yeni kıymet hükümlerini yaratır. Demek ki mefkûre yeni doğduğu zaman canlı ve yaratıcı bir şeniyet, hamleli bir hayattır.
Bununla beraber mefkûreyi doğuran bu müfrit galeyanlar, ferdî ruhlar için çok yorucudur. Bu sebeple, bu maşerî vecd devresi uzun müddet devam edemez. Birkaç hafta geçmeden ferdî ruhlar yorulmaya başlar. Bunların aralarındaki şedit teatiler gevşer, fertler ruhen eski seviyelerine inerler. Buhran zamanında yaşanan o şiddetli galeyanlardan, bazı müphem hatıralardan başka bir şey kalmaz.
O yaratıcı buhran devresinde neler düşünülmüş, söylenilmiş, yapılmışsa, hepsinin îcazlı fakat solgun hatırası kalır. Bu hatıralar, şimdi yalnız vecdli bir fikirden yahut vecdli bir sürü fikirden ibarettir. Mefkûre ancak bu zamanlardadır ki şeniyetten uzaklaşarak bir fikir halini alır. Bu kere mefkûre ile şeniyet arasındaki mâkûsiyet gerçekten katileşir. Çünkü bir taraftan buhran zamanından kalma müphem fikirler vardır. Diğer taraftan da ferdî hayatın canlı ihtisasları, müşahedeleri var. Bu sonkiler, şeniyeti teşkil edince, mefkûre ile şeniyet birbirinden uzaklaşır. Hatta bu ferdî şeniyet karşısında o hatıralar yavaş yavaş silinmeye, büsbütün zail olmaya başlar. Bereket versin ki bu hatıraların büsbütün mahvolunmasına mâni olan birtakım içtimaî mekanizmalar var. Mefkûreyi doğuran o galeyanlı devrenin her yıl dönümünde kendiliğinden bir millî bayram vücuda gelir. Her sene aynı günde o galeyanlı hayatın küçük bir numunesi yeniden yaşanır. Mefkûre nerede doğmuşsa, orası içtimaî bir Kabe mahiyetini alır. Hangi düsturlar, vecizler söylenmişse, bu bayramların tebrikleri mahiyetini alır. O anlarda hangi bayraklar, renkler, ziynetler kullanılmışsa, bu bayramların timsalleri, alâmetleri olur. Hulâsa o hengâmeye mahsus her fiil, her söz, her şekil tekrar bu yıl dönümlerinde mefkûreyi doğuran buhran hengâmındaki büyük vecdin zayıf bir derecesi husule gelir. Çünkü bu anlarda gene ruhların ahlakî seviyesi yükselir. Yine ferdî menfaatler, ihtiraslar unutulur: Herkes, az çok fedakar, kahraman, hasbî bir seciye iktisap eder. Buhran devri geçtikten sonra şeniyet halinde çıkmış olan mefkûre, şimdi yeniden şeniyet olmaya yaklaşır. Demek ki, millî bayramların rolü, senede bir kere ruhların seviyesini mefkûreye kadar yükseltmek, mefkûreyi de şeniyet haline kadar indirmektir. O halde mefkûre ile şeniyet bazen büsbütün birleşirler: Yaratıcı buhran zamanlarında mefkûrenin hakikî bir hayat halinde tecellisi gibi. Bazen de birdenbire uzaklaşırlar: Ferdî hayatın galebe çaldığı zamanlarda mefkûrenin, solgun fikirler, hatıralar halini alarak ferdî ihtisaslar ve müşahedelerle teâküs etmesi gibi. Bazen de birbirine yaklaşırlar: Millî bayramlarda, mefkûrenin buhran zamanından daha az şiddetli bir surette yaşanarak canlı şeniyet olmaya az çok yaklaşması gibi. Toplanmanın, birleşmenin büyük feyzini içtimaî bir sevk-i tabiî ile en iyi bilen, siyasî fırkalarla ilmî, edebî, iktisadî cemiyetlerdir. Bunlar, senede bir kere kongre halinde toplanarak, soğumaya başlayan mefkûrelerini ateşlendirirler. Senelik kongresini yapmayan teşkilatlar, bir iki sene sonra büsbütün imanlarını ve mefkûrelerini kaybetmeye başlarlar.
KAYNAKÇA
Gökalp, Ziya. Çınaraltı Yazıları. Ötüken Neşriyat. Sf. 93.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.