[1]Günümüzde yani din ve ubûdiyetten ziyade cins ve milliyetin hüküm sürdüğü böyle bir çağda, insan kendi soy ve milletini tanımaması, daha doğrusu, kendini bilmemesi en büyük günahlardan, silinmez lekelerden biridir. Lakin bu leke kolayca silinebilecek lekeye de benzemiyor. Bu leke yaman lekedir. Bu, leke aslında öyle bir yılancık yarasıdır ki milletimizin vücudunu, Türklük varlığını yavaş yavaş kemiriyor, yok ediyor.

Bugün hem de küçük milletlerin, özellikle mahkûm milletlerin kendi varlıklarını, kendi hukuklarını korumak iddiasında bulunduğu, bu kadar kan dökülen bir vakitte, bizim kendimizi tanımamamızın belası -derin düşünülürse- kara yaradan da taun (veba) çıbanından da daha acılı ve daha zehirlidir.

Herkes kendi milletini tanıyıp onun yolunda ağladığı, onun uğrunda gözünü kör ettiği böyle bir hengâmede biz kendi milletimizi sevmek değil, onun hatta kuru adını da bilemeyip ortada şaşırıp kalmışız. Çoktan çürümüş akideler, tarikatlar tiryâkisinin beynimize verdiği sersemlikle dolaşıp duruyoruz. Bu hâl ile kim için ve neden çalışacağımızı da tabi, yitirmişiz. Yitirmesek bile bilinmeyen ve bilinmediği için de sevilmeyen bir millet için kim delidir ki can yandırsın?

Kim olursa olsun, insan bir kişi, bir millet veya bir fikir ve emel uğrunda o vakit can yandırır, ona o zaman aşık olur ki onu yakından tanıyıp yürekten sevsin. Yoksa kuru ve yalancı gösterişlerle arada muhabbet, aşk değil; bayağı dostluk bile olmaz.

Ben iddia etmek değil, yüksek sesle haykırıyorum ki: Biz kendimizi tanımıyoruz, biz kendi milletimizin sadece boş adını bile bilmiyoruz. Ne o, niye dudağını büktün? Görülüyor, söylediklerimden şüphen var! Çok iyi, buyur beraber soralım!

– Kimdir o?

– Marağalı Meşhedi Ali Asker.

– Bu kim?

– Şamahılı Abdülğaffar.

– Diğeri?

– O da Erzurumlu Dursun Ağa.

Bunların birincisine soralım:

– Meşhedi! Sen ne cins ve ne millettensin?

– İranlı ve Şii mezhebim.

– Abdülğaffar Ağa, sen?

– Ben de Kafkaslı Babiyim.

– Dursun Ağa! Sen biraz okumuşa benziyorsun, gerek soyunu, milletini tanıyasın!

– Ben de Osmanlı ve Sünniyim.

– Daha başka?

– Başka hiç!

Siz çok deyiniz ki “Sünnilik, Şiilik, Babilik birer mezhep ve akidedir.” Cins ve millet(ümmet) ise başkadır. Dünyada en küçük bir böceğin, en yaramaz bir otun bile soy ve cinsi belli, ya bu kadar büyük insan yığınının bir cinsi yok mu?

İşte, bela da buradadır ki hem var hem de yoktur.

Vardır: Onun için ki biz de başkaları gibi insanız. Biz de tabii bir millet soyundanız.

Yoktur: Çünkü varlığımızı bilmiyoruz ki soyumuzu da bilelim. Geliniz! Bir de komşularımıza soralım:

– Şakro Çaparidze, sen ne mezheptensin?

– Proslav!

– Ne millettensin?

– Gürcü

– Dimitri, sen?

– Ben de Proslav mezheptenim.

– Milletin?

– Urum!

– İvan, mezhebin?

– Proslav!

– Milletin?

– Rus!

Haddine mi senin, bir okumuş Gürcüye Gürcülükten başka bir ad veresin, hemen kendini küçük düşürülmüş hesap eder ve senden çok incinir. Ya bizde? Bizde ise tam tersine. Senin haddine mi, Salmaslı[2] bir Türkoğlu Türk Şiiye “Türk” diyeceksin, o anda senden yüz çevirir belki de seni düşman hesap eder.

Bir de Ahalsıhli (Ahıskalı) Bezgun Ağaya sorunuz ki o gelen kimdir?

– Aceme benziyor.

– İyi dehdüş (bak), dikkat et!

– Öyle kendidir. Acemdir, Kızılbaştır.

– Bırak olsun, biraz konuşturalım!

– İşin mi yok, bırak defolsun, Kızılbaştan ne işiteceksin ki?!

Biçarenin haberi yok ki Kızılbaş diye maskaraya aldığı kendi soyundandır, kendi millet kardeşidir.

Amerikalılar Tebriz’e gelip mektepler, hastaneler açıyorlar. Böylelikle Şii Türklere sevgi gösteriyorlar, yardım ediyorlar veya eder gibi görünüyorlar ki gelecekte mesleklerine, ticaretlerine hizmet eylesinler. Lakin belaya bakınız ki biz Kafkas Türkleri kendi ayakları ile yanımıza gelen İranlı Şii Türk kardeşlerimize yüz çeşit ad takıp uzaklaşıyoruz. Yüzüne olmasa da arkadan bin türlü laf ediyoruz. Söz başında “aç tât”[3] diye de tahkir ediyoruz. Tiflis sokaklarında, açlıktan, azardan can veren İranlı Türk amelelerine ırgatlarına “Farslı” gözüyle bakıp geçiyoruz. Felaketlerini soğukkanlı bir şekilde izliyoruz.

Ya Kafkasya’da yaşayan İranlı Şii Türkler? Bunlar daha gafil! Bunlar bizden daha fazla uzaklaşmak istiyorlar. Mekteplerini, meclislerini, hatta bazı yerde mescitlerini de ayırıp kendilerine “Şii-Fars” rengi veriyorlar. Çocuklarına, yani kendi Türk oğullarına Türkçeyi de esirgiyorlar, okutmuyorlar. Şiilikle, Farslığı hiç münasebeti olmayarak cahilâne birleştirmek, kendi Türklüklerine balta vurmak, kendi sözlerini, kendi ata-babalarını danmak (inkâr etmek) istiyorlar. Ya İran’ın içi? Oralarını daha sorma geç.

Çok iyi, gelelim Bakü’ye. Büyük “İslamiyye” mihmanhanesine[4] gidelim, küçük ve pak bir masa(mız)ın etrafında oturan okumuş ve dünyadan haberdar, hatta sözünden milletperver görünen kardeşlerimize soralım. Soralım ki:

– Soy ve milletiniz nedir?

– Elhamdülillah, Müslümanız!

– Şii misiniz yoksa Sünni mi?

– Hiçbiri değiliz, yalnız Müslümanız.

– Başka, daha bir adınız falan yok mu?

– Hayır, hayır, hayır!

Birincilerle ikincilerin cevaplarından anlaşılıyor ki aralarında hayli fark var. Birinciler, mezhep ve akide çevresinden çıkamamış; ikinciler ise biraz ileri giderek din dairesinde kalmış. Eğer benden sorulsa, aralarında hiçbir fark yok. Her ikisi de birdir. Hatta diyebilirim ki birinciler daha hakiki, ikinciler ise daha hayalîdir.

Hayalîdir, çünkü akide ve mezhepleri (ortadan) kaldırmak mümkün değil, akide terakkinin yoldaşıdır. Bunları ayırmak ise deliliktir. Hanefilik ile Şafiliğin birleşmediği bir yerde, Sünnilik ile Şiiliği birleştirmek, ham hayallerin en hamıdır.

Ne zararı var? Bırak herkes kendi akidesinde, içtihadında, imanında olsun. Ne var, ey okuyucu! Niye başını kaşıdın? Niye yüzünü ekşittin?

Sultan Selimlerin, Nadir Şahların ve birçok İslam rical ve ulemâsının çalıştıkları, hatta o uğurda can feda ettikleri bir mesleğe (meseleye) dokunduğumdan dolayı mı benden inciniyorsun? Yok, yok, incinme. Eğer onlar, din ve akidenin özelliklerini, vazifelerini mevkilerini hakkıyla bilseydiler boşu boşuna o kadar çalışmaz ve haksız yere de o kadar kan dökmeye sebep olmazlardı. Eğer onlar İslam dininin bir ağaç, akidelerin de o ağacın birer dalları olduğunu ve o ağacın büyümesi için dallarının mutlak ayrılmak, genişlemek ihtiyacında bulunduğunu anlayıp onlara yol ve hürriyet verseydiler, İslamiyet hiçbir vakit bu kadar çığırından çıkmaz ve o kadar boğuşup ezilmeye, küçülmeye de mahal kalmazdı.

Çok taaccüp ki hatta çok cahillik ki İslamiyet bütün akideleri; ister Şafi, Caferi, Hanefi, Maliki, Hanbeli olsun, isterse Vehhabi, Rafizi, Babi, Şeyhi ve gayri olsun, kendi bünyesinde birleştirip yerleştirip büyütüyor, biz de sanki daha akıllı olmak istiyoruz. Zaten İslamiyet gövdesine birleşmiş dalların, akidelerin vaziyetlerini beğenmeyip “ikinci defa” daha birleştirmek ve birleştirirken de büsbütün sındırmak (kırmak, dağıtmak) hamlığında bulunuyoruz.

İslamiyet ağacı dallarının, akidelerinin büyümesini, yayılmasını her akide sahibi kendisine zarar verecek sanmaları, nice yüz yıllardan beri, birbirini kırıp telef etmeğe çalıştıkları ve bütün kuvvetlerini o uğurda sarf ettikleri meğer yetmez mi ki bugün biz de atalarımızın yanlışlıklarını, o muhitin, o vakitteki halin ortaya çıkardıkları fenalıkları tekrar etmek cinayetinde bulunalım.

Yok, yok! Şimdiki muhit başka olduğu gibi istediği şey, ürettiği fikir ve amel de başkadır. Bırak, beş değil, on değil, isterse yetmiş iki düşünce olsun! Herkesin yüreğindeki itikat ve imanına, o hususi harem hanesine karışmaya ne hakkımız var? İnsanlığa zararı olmayan akide ve azatlıktan bize ne zarar olabilir. Bir de gerek bilelim ki din kavgaları, din-akide ihtilafları, din tekfirleri başka yerlerde çoktan mezara gitti. Biz hala gözlerimizi kapayıp ölenleri diriltmek, dirileri öldürmek sihirbazlığından, hurâfata, hayalete kurban olmak, iptidâilikten, cehaletten kurtulamayacak mıyız?

Ey Kafkaslı Türk! Sen uzun zamandan beri İslam taassubu çekiyorsun, bir taassup ile kendi adını ve varlığını da yitirdin! Sen İslam uğrunda o kadar çalışmış, akide kavgalarından o kadar zarar görmüş, o kadar yorulmuşsun ki sonunda bugün onların adlarını da anmak istemeyip, sadece Müslüman olmak hayaline kapılmışsın! Lakin azizim, o kadar korkma! Yine aldanma, aldanma ki marifet olan yerde akide ihtilafı zahmet değil, rahmettir.

Ey Türk! Dinî akideler kavgalarından çok korkma! Korkma ki onların hükmü geçmeye, onların yerlerini siyaset-i maişet ve siyaset-i beşeriye akide ve meslekleri tutmaya başlıyor.

Ey Türk! Sen çok da rahatsız olma ve şüpheye de düşme: dinî olsun, dünyevî olsun, akideni gizletme. Sana sordukları zaman:

– Dinî akiden nedir? Sen de hemen söyle: Şiiyim, Babiyim, Sünniyim ve Müslümanım.

Ey Türk! Senin başına çok işler gelmiştir, çok akideler dolmuştur. Çok şeyler bilmişsin! Ve bugün de çok cahil değilsin! Birçok ediplerin, muallimlerin, mühendislerin, doktorların, hukukçuların, mekteplerde yüzlerce taleben var!

Ey Türk! Oldukça çok şey biliyorsun! Sana artık sırf cahil, faydasını ve zararını anlamıyor demek olmaz! Sen, sen ey Türk! Zamanın birçok icatlarını, yeni fikirlerini, hatta birçok modalarını da öğreniyorsun! Hatta dinî akidelerin çürümeye yüz tuttuğunu sezip dünyevî akidelere iman etmeye de başlıyorsun! Evet, çok şeyler, ilimler, fenler bilmeye çalışıyorsun! Birçok hüner de öğrenmişsin! Gökyüzüne çıkıp ay ve yıldızların ne olduklarını yakından bilmek, yerin derinliklerine girip mâhiyetini anlamak istiyorsun.

Ancak birçok hususta çok cahilsin! O konuda hiçbir şey bilmiyorsun! Her şeyi öğrenmek istediğin halde sana en lazım, sana ilk önce farz olan vazifenden haberin yok…

Ne var, niye sıkıldın, niye yine can sıkıntısının acısını bıyıklarından, dudaklarından almaya başladın?

Doğrusu tütün çekenlerden olsaydım burada mollaların salâvatı gibi bir sigara içmeyi tavsiye ederdim.

Evet, ey Türk! İster sıkıl, ister incin! Yakandan el çekecek değilim. Sen her şeyi öğrenmek istediğin halde niye bir tek şeyi, yani kendini bilmek istemiyorsun! Niye kendi varlığından, kendi vücudundan, kendi soy ve neslinden haberin yok? Niye sana, kimsin? Dedikleri vakit hakiki cevabından aciz kalıyorsun? Niye sadece diyemiyorsun ki: Ben Türk’üm. Niye bilmiyorsun ki Şiilikten, Sünnilikten, Babilikten de evvel sen Türk idin. Şimdi de Türksün ve bundan sonra da Türk kalacaksın! Senin bu Türklüğüne ne Şiilik ne Babilik ne de dinsizlik mâni olabilir.

Sen, ey Türk, ne akidede, ne meslekte olursan ol, hep Türksün! Sen gerek bilesin ki dünyada, hele Şii, Sünni, Babi adları yokken sen vardın!

İslamiyet Arabistan çöllerinde doğmadan evvel bile sen “Altay”ın eteklerinde etrafın güzelliğini seyredip zevk alıyordun! Oradan uzun seyir ve seyahatlere hazırlanıyordun.

Ey kendinden habersiz Türk! Medeniyet eserleri, nizam, idare ve asayiş usulü, “yasak” kanunları henüz Bağdat, Şam, Paris ve Londra’da yokken senin yurdunda vardı.

Senin öz tatlı dilini çığırından çıkarıp bugünkü acınacak hale salan Arap elifba ve yazısından evvel senin göyçek (güzel) elifba ve yazın vardı.

Ey kendini, bitirir, unutur derecede misafirperverlik, başkalarına hürmet gösteren Türk! İyi aklına getir ki senin ruhun, senin kanın, senin düşüncen, senin varlığın, henüz sendeyken, sen bugünkü gibi dilsiz, yazısız, yani millî nişanesiz değildin!

Ey sade yürekli Türk! Dün, bugün kendi varlığını, kendi medeniyetini gösterebilip, şimdi sana “köhne barbar” gözü ile bakan bugünkü medeniyetlerin haksızlıklarına bakıp incinme! Seni lazımıyla tanımadıklarını bilip meyus olma!

Yok, yok! Sen de çok insafsız olma! Kendi kendini halen tanımadığın bir zamanda, çok da başkalarından incinme!

Ümit ki tez vakitte, yüzde doksan dokuz halen yeraltlarında kalıp gizlenen eski medeni nişânelerin, eski eserlerin yavaş yavaş gün yüzüne çıkar. Sen de o vakit kimliğini fazlasıyla öne çıkartırsın! Gelecekte daha güçlü yaşama yeteneğini gösterirsin!

Yeter, yeter ey Türk! Biraz ayıl, ayıl da birçok toz toprakla dolan, ağırlaşan dinî akide perdesini gözlerinin üstünden kaldır! El ayağını biraz kımıldat! Vücudunu, varlık ağacını saran, körelten dikenleri, sarmaşıkları, yabancı ağaçların yapraklarını, dallarını kır, at, kurtul! Vücuduna Allah’ın güneşi, havası değsin! Başını biraz yukarı kaldır. Öz varlığının, öz vücudunun kıymetini bil! Şimdiye kadar başkaları, başka varlıklar ve vücutlar için kendini helak etmişsin! Bari bundan sonra olsun ayıl! Bir kendine gel! Kendi değerlerin için çalış!

Ey Türk! Zamanemiz başka zamanedir. Eğer bundan sonra da kendimizi tanımayıp kalırsak, korkuyorum ki geç ayıldığımız vakit, iyileşip yiğitçe yaşamaya, vücudumuzda kuvvet ve takat kalmamış ola!

Ey Türk! Geçmişlerinden ibret al! Hele vücudun sağlamken, yaşamaya istîdadın varken, fırsat eldeyken asıl vücudunu tanı, kadrini anla!

Ey Türk! İyi bil ki:

Bugünkü mahşerin sur-i İsrafil, âlemi millî ittihada davet ediyor. Şimdinin siyasî felsefesi terakkiyi milliyetçilikte görüyor. Zamanın güç ve kuvvet binası, milliyetçilik esası ve temeli üstüne kuruluyor. Asrın ruhu özgür milliyetçilikle besleniyor, büyüyor. Geçmiş asırların, geçmiş siyasî düşüncelerin çizdiği coğrafya sınırlarını, şimdiki etnografya yavaş yavaş bozuyor. Geçmiş asırlarda taşıp etrafa yayılan millet selleri yavaş yavaş küçülüp öz kaynağına veya çoktan yatak edindiği yerlere çekiliyor. Vaktiyle başkalarının sıkıştırmasıyla veya cihangirlik deliliği ile yerlerinden fırlayıp âlemi rahatsız eden millet ordularına şimdi: “Herkes kendi milleti yerinde!” emri veriliyor.

Bugün iyiden iyiye anlıyorum ki dinî akideden sonra insanda doğan dünyevî akidelerin birincisi milletperverlik akidesidir. İçtimaî felsefenin başı, kendini tanımak felsefesidir; milletini bilmek ilmidir. Milliyetçilik düşüncesi, başka düşüncelerin geçididir. O vakit ki insan batıl ve hurafe esirliğinden kurtulup kendini, kendinin hakikatini bilmeye başladı, ondan sonra muhit ve ihtiyacın tesiriyle her ne akideye girerse girsin.

Bu haldeki konumumuza, muhitimize, ilmimize, ihtiyacımıza göre bizim en birinci akidemiz özgür milliyetperestlik akidesi olmalıdır.

Şimdi gelelim asıl maksada:

Ey Şii, ey Babi, Sünni Türk kardeşlerim! Dirliğimizin millî birlikte olduğunu anladıktan sonra, daha reva görmemeliyiz ki milletimizin (bir) kitlesini meydana getiren azanın bir kısmı Anadolu’nun ıssız, kimsesiz, dağılmış, korkunç bucaklarında, yalnız başlarına aç, çıplak bırakılıp telef olalar…

Ey pak yürekli Türk! Bu milliyetçilik zamanında her millet kendi nüfusunu artırmak ve o nüfusla kendi nüfuz ve kudretini büyütmek için yüz türlü tedbirler, fedakârlıklar yapıyor. İnsaf değil ki biz hazır elimizde olan binlerce nüfusumuzun -hem de en genç ve kavi bir kuvvetin-yardımsızlıktan, bir lokma ekmek bulamazlıktan telef olmalarına, kendimiz bile bile sebep olalım!

Ey yüce merhametli Türk! Senin eski merhametin, ihsanın nişâneleri; o büyük camiler, medreseler, köprüler, hastaneler, çeşmeler… halâ senin ecdadını hürmetle yâd ettiriyorlar. Şimdi sana ne oldu ki milyonlarla vücuda gelen eserlerden değil, açlıktan, çıplaklıktan “ölümden beter” bir hale düşen öz kardeşini, öz milletinin yavrularını kurtarmak merhametinden aciz görünüyorsun!

Yazık, yazık!

[1] Ömer Faik Numanzade’nin bu makalesi 1917 yılında Azerbaycan Türklerinin, Birinci Dünya Savaşı’nda olan Osmanlı Devleti’ne ve Anadolu Türklüğüne yardım için çıkardıkları “Gardaş Kömeyi” (Kardeş Yardımı) dergisinde yayımlanmıştır. Bu yazı Türkiye Türkçesine Senan Kazımoğlu tarafından aktarılmıştır.

[2] Salmas İran egemenliğindeki Güney Azerbaycan bölgesinde bir şehir

[3] Tat İranî bir millettir. Fakat bir dönem İran’daki tüm milletlere genel isim olarak “tat” deniliyordu

[4] Konaklama yeri, otel

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.