“Hep böyle susuşumuz bizi öldüren,

             İçimizde kalışı cümle kayguların…

 Her yerde konuşsak,

 Her zaman gülsek,

Acunda ölmesek ölmesek…”

Dilaver Cebeci

 

Çocukluğundan beri yıldızlarla konuşmak için çok çırpınırdın. “Bu göz kırpmaktan özge marifetleri olmayan” bir “gece şöyle dudaklarını kıpırdatır gibi” olan yıldızlar, “O kadar uzakta idiler ki, seslerini duyurmak için çok bağırmaları” gerekiyordu. Sen onları duyduğun zaman herkes duyacaktı;  “O zaman neye yarar?”dı.

Herkes onların seslerini duymadan, sen yıldızlara tez kavuşmayı istedin. Felek!

Hala arayışlar içinde çırpınan, yolunu kaybetmiş, eskiden gitmiş olduğu yolu bile bulamayan “ülküdaş”larına yol göstermeni;

“Sabah namazı kıldığım Afganistan’daki Kandahar’ da Türk askerlerinin ne işi var!” diye haykırmanı;

Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi’ imzan ile (Millî Nizam Partisi) MNP ne dimektür?” “Men Nirden Peydahlandum Partisi dimektür;” dediğin partiden peydahlanan veledlerin, ülkeyi götürdükleri küresel esarete karşı,  yeni yazılar döktürmeni çok gördü!

Hıncahınç dolu olan İlahiyat Camii’ndeki cenaze namazından sonra, seni Çengelköy Mezarlığına götürdük. Hani büyük adamlar hep yüksek tepelerde yatar diyordun ya. İstanbul gibi insanın yatacak yer bile bulamadığı bu koca şehirde neyse ki senin arzuna uygun bir yer tesadüfen bulundu.

“Var mıdır şunca zaman dağlardan kemlik gören?

Dağlar tecelli yeri, dağların bağrı emîn;

Dostlara vasiyetim: Beni dağlara gömün!” isteğini dikkate almış olduk.

Çengelköy Mezarlığı, Boğaz’a tepeden bakan, şirin bir yer. Bir defasında Hızırbeg Gayretullah, İsmail Cengiz ve diğer bazı arkadaşlarla birlikte Çengelköy sırtlarından geçerken “Benim de burada tapulu bir arsam var” sözüm üzerine “Aman çok güzel yerde imiş, biz de üzerine bir gecekondu yapalım” demişlerdi. Onları götürdüğüm arsamın üzerinde bulunan taşta “Metin Ailesi, ‘Bu dünyaya gelen göçer, konan göçer.’ Yunus Emre” yazıyordu. Ve tapulu arsama gecekondu yapmak isteyenler, isteklerinden hemen caymışlardı. Burası anamla babamın dinlendiği yerdi. (Gerçi benim, senin gibi acele etmeğe niyetim yok.) Hak emri vaki olduğunda, kısmetse dinleneceğim yer burasıdır. Seninle bu dünyadaki gönül komşuluğumuzu, mezar komşuluğu tarzında, ötede de devam ettiririz diye düşünüyorum.

Hoca talkın verip; seni “Yıldızlar”ına uğurladıktan sonra, Üsküdar’daki evinde toplandık. Ama bu toplanma faslı biraz uzun sürdü. Sevenlerini, küçücük evine nasıl sığdıracaktık. Gönlün çok genişti, evi değil kâinatı kapsıyordu ama şöyle dua merasimine katılan insanları sığdıracak kadar bahçeli bir evin veya villan bile yoktu. Ömrünce hep vatan, millet demiş “bir lokma, bir hırka” yaşayabilmiştin. Ankara İlahiyat Fakültesinde, kıt kanaat tahsil yaptırabilen baban da sana, bir gemicik bile alamamıştı. “Misafirleri mahalle camiinde mi toplasak; bir kıraathanede mi duanı yapsak?” diye tereddüt ederken “samanlık”ın seyran olduğu hanende toplanmakta karar kıldık. Kırıkkale’deki kadim dostların ve sevenlerin de oradaydı.

Daha İlahiyat Fakültesinde öğrenciyken bir arkadaşına yazdığın, Osmanlı üslubundaki mektubu bize okuyunca çok beğenmiş ve bu üslubu, günümüz olaylarına uyarlayarak Devlet gazetesine yazmanı istemiştik. Yıllarca Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi imzası ile Devlet’te beğeni ile okunan bu yazıları, Türkiye gazetesinde de devam ettirdin. Bunlardan, Devranname ve Seyranname kitapların doğdu. Hele Bozkurt dergisinin arka sayfalarında yazdığın şahane nesirler, sonraları “Mavi Türkü” kitabını oluşturdu. Şiir kitabın olan “Hun Aşkı” da Töre-Devlet yayınlarımızın ilk şiir kitabı olmuştu. Şimdi kısmet olursa bütün nesirlerini yine, TÖRE-DEVLET serisinden yayımlayacağım.

İzmir’de yapılan “Türk Kurultayı”na katılmak için yola çıktığın otobüs kazaya uğrayınca, beyninde hasar oluştuğu fark edilememişti… Sonraları geçirdiğin ameliyat, fikir hazineleri ile dolu olan beynindekileri, dışa vurmanın engelini açamamıştı. Bunun buhranını yaşıyordun. Beyninde şimşekler çakıyor, ama bunlarla etrafını aydınlatamamanın yıldırımları zonklatıyordu beynini… Yazmış olduğun eserlerin seni tatmin etmiyor, yenilerini vermek istiyordun. Benim: “Bunca kitabın var; daha ne istiyorsun; benim hiç kitabım yok; kıskanıyorum seni” tarzındaki tesellilerime kulak asmıyor ve kafanın bir noktasını parmağınla işaretleyip: “Şurada, şurada.. Ah bu olmasa” diyordun… Önceleri bunun çabuk geçeceğine inanıyor; maneviyatını bozmuyordun. Ama yıllar geçip de gelişme çok az olunca sıkıntın, bunalımın artıyor ve yaşama güç ve iraden zayıflıyordu.

Birçoğumuz, hafızanı kaybettiğini zannediyorduk. Halbuki hafızan benden de çok yerindeydi. Evinde yaptığımız sohbet sırasında, kitaplığından getirdiğin bir eski yazıyı, kitabın ilk sayfasını açıp, hem imzamı hem de Devlet’in yuvarlak mührünü gösterip, bana hatırlatmaya çalışıyordun.

Bir gün dergi idarehanesine geldiğinde, Hacıbayram’daki sahaflarda Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin eski yazı nüshasını bulduğunu, çok fiyat istedikleri için almadığını söylemiştin de istedikleri miktarı verip, “git al onu” demiştim. Birkaç gün sonra kitabı uzatıp, imzalamamı isteyince ben itiraz edip, “Ben Evliya Çelebi miyim, niye imzalayayım?” tarzındaki itirazlarıma kulak asmadın. Sonunda ısrarlarına dayanamayıp, “16. Asır Evliya Çelebisi’nden 20. Asır Evliya Çelebisi’ne” diye yazarak Devlet’in yuvarlak mührünü basıp, imzalamıştım. Benim unutmuş olduğum bu ve benzeri daha pek çok olayı bana sen hatırlatıyordun.

İnsanoğlunun hayat çizgisinde öyle olaylar var ki bunları aşabilmek mümkün olamıyor.  Aydın’da öğretmelik yaptığın zaman Ankara’da bana uğrayıp, iki gün sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde asistanlık imtihanı yapılacağını, ama kış şartlarında bu uzun yolculuğa çıkmak istemediğin için gitmekten vazgeçtiğini söyleyince “Uçak yok mu?” cevabıma boynunu bükmüştün. Biletini aldırıp, gitmeni ısrarla istemiştim. Ama hava muhalefetinden dolayı Erzurum’a uçak inemeyince, Kırıkkaleli yakın arkadaşın Sadık Kemal Tural’ın, aynı imtihanı kazanarak girdiği üniversite hayatına sen, yıllar sonra intisap edebilmiştin.

Cebeci’den Mavi Türküler

 “Bilir misin ki, biz yerin ve göğün paylaşamadığı kutlu kişileriz. Bizi, acunda toprak, gökte uçmak çağırır. Ey toprak! Ey uçmak! Can istedin vermedik mi? Kan istedin vermedik mi ki, ellerimizi arkamızdan bağlayıp; gözlerinin feri sönmüş şu insancıkların önünde boynumuzu ipe veriyorsun. Biz erce ölmeyi herkesten iyi bilirizdedin de gittin!

*

“O atlar yok şimdi. Sevdiğim, üstünde büyüdüğüm atlar yok. Ama kaba, çelik paletli tanklar var. Gümüş fincanım, cesur yiğitlerim oldukça şanım eksik olmayacak.

Sonra, cümlemizi ecel alıp; yer gizleyecek. Arzın hiçbir değeri kalmadığında, bizler bir çırpıda, Tanrı’nın yanına varacağız. O görülmemiş kalabalıkta, bizim yerlerimiz ayrı olacak. Gümüş fincanın çocukları, ne güzel hesap vericidirler. Terazileri ne kadar doğrudur. Ve erdemleri orada da geçerlidir. Çünkü onlara, yurttan, bayraktan, cenkten, adaletten, kuvvetten ve sıhhatten sual yoktur… Selam olsun gümüş fincanın ebedi ordularına!” Diğer sorulara da imtihanlarda kolay cevap vereceğine eminiz “gümüş fincanın çocuğu…”

Zirvede Kadrolaşma mı Var?

 “Neydi o Cuma sabahı? Üstümüzde beyaz dua bulutları dolaşıyor, Çağrı Bey’in oğlu, bu dua bulutlarından örülü bir kaftana bürünüyordu. Alınlarımız yağız yere değdiğinde Tanrı’dan gayrısına kulluk etmemenin sevincini, sen de duymuyor muydun? Bin yıl önce secde ettiğimiz bu toprakta beraber ölelim.” ve “Uyusam rahat mı olacağım sanki… Göreceğim düşü de biliyorum. Hiç tanımadığım bir takım varlıklar, beni bir yüce dağın eteğine getirecekler. Yüce dağ dediysem, Uludağ gibi veya Ağrı Dağı gibi bir tepecik saymayın. Bir dağın tepesine tam yetmiş yılda varılır. Boynuma kalın zincirler bağlayacaklar; birisi önümden dağın tepesine doğru çekerken; birisi arkamdan demir gibi bir değnekle vuracak. Soluk bile almama fırsat vermeden tam kırk yıl, evet kırk yıl bu dağı tırmanacağım. Kırk yıllık emeklerimi nasıl heba edecekler bir bilseniz… Zirveye otuz yıl kala beni aşağıya yuvarlayacaklar. Sanki zirvede kadrolaşma var? Bilmem. Sonra aynı şeyler tekrar edilecek. Başımın altındaki taştan harmaniyemin ipliklerine kadar her şey ürkecek, titreyecek…”

Zirvedeki kadrolaşma “ülkü”nden olsaydı bari. Olmadığı için mi kahredip gittin. Gittin ama,

        “Kim söyleyecek türküsünü bundan böyle,

Ötükenli atların” Deli-Günlü Noyanların?”

“Kim paylaşacak acısını dolunayın;

Bu Uygur acısı göklerde?” Ve yine

“Bu gece ölmeyeceğim.

Çığlık çığlık martılar geçecek yüreğimden,

Deli-dolu bir duman saracak Beydağlarını,

Kıbrıs’ta davullar çalınacak. Türk İlinde davullar…

Bu gece ölmeyeceğim…” diyordun da sözünde durmadın. Ayrıca, senin uzun yolculuğundan bir ay sonra, 20 Temmuz’da Kıbrıs’ta 34. yıldönümünde davulların sesi gür çıkmıyordu. Adeta matem vardı. İş işten geçtikten sonra, tavizler verildikten sonra nutuk söylerken mangalda kül bırakmıyorlar. “Annan” türküsü söyleyen yöneticileri, Rum yine uyuttu. 1570’te fethederken üç yüz yirmi bin şehit verdiğimiz, İngilizlere emanet verdikten sonra elimizden çıkan, yine şehitler vererek geri aldığımız Yeşilada’yı; bağımsız, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni, “çözümsüzlük çözüm değildir” diye diye Rum’a peşkeş çekenler, şimdi, Londra Anlaşmasında sağladığımız garantör devlet hüviyetimizi bile kaybettirmektedirler. ODTÜ’de imal ettiğimiz Kıbrıs’ın Talat’ı, bağımsız devlet halkını, eyalet halkı haline dönüştürmeye razı olmuş görünüyor.

*

“Kucaklarında kara kalın İncil ciltleri/Melon şapkalı adamlar geliyormuş/O güzel atların gittiği yerden.” demiştin ya… Şimdi, Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi’nin “İslambol tesmiye olunur” dediği şehrimizde bile, kara kalın İncil ciltlerini, melon şapkalılar değil Afrikalı siyahiler caddelerde dağıtmakta, referansını yüce dinimizden aldıklarını zannedenler de AB’ye girmek aşkına, bunlara çanak tutmaktadırlar.

*

“Gâhi kapılayım bir coşkun suya/Gâhi yükseleyim semâya/Geçip menzillerden varayım aya/Hilal olup oradan güleyim seni.” Bundan sonra hilal doğduğunda, hep semaya bakıp; senin halimize gülmeni mi seyredeceğiz artık?

*

“Bir derin ummâna girmek üzere/Eşyanın sırrına ermek üzere/Başka âlemleri görmek üzere/Gün gelir kapanır söner gözlerim” mısralarının bu kadar çabuk yürürlüğe konacağını düşünememiştik.

*

“Anladım ezel ebed bir ana sığar imiş/Definelere mâlik virâneler var imiş” deyip define aramaya mı çıktın?

*

“Bir çocuk çağrısına her çileyi çekerim/Önüme düşen olsa masallara giderim” deyip, çocuk çağrısı zannedip, masallara mı gittin?

*

“Rahmansın, Rahimsin, teksin, yücesin/Türk’ü birbirine kırdırma ya Rab!/Al canını hemen şu münafığın/Onu muradına erdirme ya Rab!” duana canı gönülden amin diyor; milletimizi birbirine kırdırmaya çalışan münafıklar için aynı temennide bulunuyoruz.

*

“Rabbim, gün gösterme köpek soyuna!/Milletimi getirmesin oyuna!/Şimşek düşsün şölenine toyuna!/Dinime, töreme ürdürme ya Rab” temennine rağmen dinimize, töremize koro halinde havlamaya devam ediyorlar.

O Çocuklar Niçin Gitti

 “O çocuklar birer birer gittiler.” / “Tutuşturdular yeniden küllenmiş ocakları”

“Onlar Oğuz mayası gök ışığın erleri./Onlar ülkü çağının bahadır melekleri.” Elbette boşuna gitmediler. Yurdu içten ele geçirmek için Deli Petro’dan bu yana sıcak denizlere inmek isteyen asırların düşmanına set çekmek için gittiler. Ama şimdi biz onları hiç hatırlıyor muyuz acaba?

*

“Kısrak memelerinden ufukları” kim sağacak?

“Apakay’ın çadırlarını” toplatıp atları eyerlettiğinde “Gidelim!” dediğin yer burası mıydı?

“Göğçek ormanlarda” kimin sevdası göğerecek?  “Bengi taşlara adınızı” kim vuracak?

“Bir yaz gecesinde Samanyolu’na” çıkıp; “Ata bergüzarı yıldızlara” mı kondun?

Apakay’ın kirpiklerini neden ıslattın ki şimdi “Sil gözlerini Apakayım” diyorsun?

“Mavilerin kirliliğini” kim haykıracak?

“Rükudan başka yerde eğmediğin boynu”nu, Azrail’e mi eğdin?

“Tutunup yeniden söğütlü atların yelelerine, kıvılcımlar saçarak çağı” geçemeyecek miyiz?

“Ceren kızların göz pınarlarında odlar” sensizlikten yandı. “Ilık sevdaları düştü Hazar’ın yüreğine…”

*

“Dilaver razı olmuştur uzaktan temâşâya/Yeter ki hüsnü var olsun ve şirin canı sağ olsun.” diyerek bizi uzaktan temaşa etmek için mi gittin?

*

“Yaralı toprakların çağrısına” mı uydun?

*

“Bu ruhsuz zamanın bu ayrılığın/Açıl açıl suratına vur hele”

*

“Yenilmişim gök palalı zorlu acıya/O yiğit, erkek, soylu acıya/Bir gün akıllı bir iş edeceğim/Alıp başımı gideceğim” dedin ve inadını yerine getirdin.

*

“Üçoklardan/ Kınık Boyu’ndan/Yani Çağrı Bey’in soyundan/Bir ayağı Ulan-Batur’da/Bir ayağı Üsküp’te” olan “bir yerlere sığamayan” “eksantrik” adam! Niye bizi bırakıp gittin yıldızlarına!

*

“Ülkü”nün “doğum sancısı tespihini”, “Sarı Irmak kıyısında”, “Dolunay umutlarla” çekmeye mi gittin?

*

“Soy bir cenk elbisesi gibi üstümden yorgunluğu/ “Dayanılmaz ağrılar çekiyorum hey…!

Avuçlarıma yıldızlar dökülürken gel./ Masallarda da olsa bir gün çıkıp geleceğim.”

Bırak yaşamayı sarışın sabahlara, /Karanlığı yedi yerden del.”  Evet, “Ay doğar gibi, gün doğar gibi, şu kıpkızıl ufuktan, çık da gel…” Karanlığı yedi yerden delip, gelebilecek misin?

*

“Bu coşkun ozanları ben öğütledim böyle/Nerede hasret kokan bir türkü varsa içindeyim.” diyordun ya… Seni, öğütlediğin ozanlarından, türküleri dinlerken mi hatırlayacağız artık?

*

“Bana, -sen yoksun, sen öldün- diyorlar./Bu kör acuna inat yedi iklimdeyim,”

*

“Bekleyin/Toprağınıza yağmurlar yağar bir gün/Ve ıslanır kirpikleriniz.” diyordun. Kirpiklerimizi ıslattığın yeter artık! Daha fazla bekletme!

*

“Sevgimi üç bin yıl sonra doğacak torunuma yolluyorum.” mesajını, oğlun Çağrı ve kızın Aspay, kendilerinden sonraki nesillerine ulaştıracaklar inşallah…

*

“Üç beş kuruşa satmak için geleceği/Mumya benizli kralların huzuruna çıkarlar”dı ya… Şimdi mumya benizli krallar, üç beş kuruşa satıyorlar geleceğimizi…

*

“Susmamaya yemin etmiş kalemler/Kumdan sayfalara destan yazardı.”

Şimdi kalemler çoğunlukla: “İhanet, ihanet, ihanet…” yazıyor. Ama bir rüzgarda tarumar olacaklarından habersiz…

*

“Örümcekler duvar örer/Kuşlar ordu bozardı” orduyu bozmaya ahdetmiş hainler; hınçlarını bir türlü alamıyorlar. Örümcekler ağlarını örmeye devam ediyor.

*

“Bu minval üzere firavun sarayında Musalar büyür/Büyür mü büyür.”

diyordun ya.. Şimdi Musa sarayları, firavunlar üretiyor.

*

“Cennetteki ervah ile görüştüm/Kutlu menzillere doğru yarıştım/Gözyaşımın ırmağına karıştım/Hüzün deryasına aktım ağladım.” Kutlu menzillerin hayırlı olsun arkadaşım!

 Atsız- Taşer- Gençosmanoğlu

 “Atsız Yabgu katında” “Atsız Yabgu önünde yağsız yeri dizlemeye” mi gittin?

*

“Dündar Ağam, Çoh görestim hardasan?

Eller Sanır bir karanlık gordasan”

“Get cennette Nebileri gör Ağam,

Muhammed’in sağ yanında dur Ağam!”

“Abu felek merd ağamı apardı,

Ciğerimin bir parasın kopardı.”

“Dündar ağam, Ötüken’de toy edek,

Kara kımız göl olanda pay edek.”

***

“Aylardan Ağustos, günlerden Cuma”                                 ,

“Şair vedâ etti İklîm-i Rum’a

Döğünsün destanlar, ağlasın şiir,

Allah kadîm, Allah bâkî, Allah bir.

Geldi ‘irci’ emri açıldı semâ

Fatiha okuyun getirin tekbir” diyerek uğurlamıştın destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nu… Sen de “irci” emri gelince, Atsız, Dündar Taşer, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yanlarına, “Cennet’te Nebileri görmeye” mi gittin?

*

“Uyumak istiyorum. Donmak üzere olanların uykusu gelirmiş. Herhalde yanmak üzere olanların da… Oysa gitmem gerek! Menzilime varmam gerek! Beni çağıranlar var. Uyandırmak için neler olmayacak neler… Mesela ben uyumayayım diye birazdan çılgın bir kum fırtınası başlayabilir. Bu çöle kaç yıldır yağmur düşmez, bilmiyorum ama gök gürlemeğe, sağıma soluma yıldırımlar düşmeğe başlayabilir. Semadan çeşmeler akabilir. Seller gelebilir. İş işten geçebilir. Ben uyanayım diye her şey olabilir. Gel gör ki aldırdığım yok. Bilerek, kasten, şuurluca uyuyorum.”

Ergenekon’u Hatırlamanın Zamanı Değil

 “Ağladığın zaman hep Ergenekon’u hatırlarım. Ergenekon’u unutmak istemiyorum. Hatırlamak için de seni ağlatmak mı gerek? O günün aşkına bağışla. Su gibi akan kan aşkına, alınan doğranan erler aşkına, geçit vermez dağlar ve bereketli soyumuz aşkına beni bağışla.

İlteriş Kutluğ Kağan’ın buyruğuna ilk uyanlar biz değil miydik? Kurt başlı tuğlar altında yüce dağlardan geçitleri seyrediyorduk. Kartalca hür olmanın tadını birlikte tatmadık mı? Çoğalıp acuna yayılmaya gök kılıçlar üzerine andımız var. Nispetsiz cenkler içre gösterdiğimiz erlik ile kavuştuğumuz dirliğe hamdolsun.” Şimdilerde Ergenekon’u hatırlamanın zamanı değil… Ziya Gökalp’in “Yurdun adı” dediği “Ergenekon”, tu kaka oldu. “Terör Örgütü”ne operasyon adı oldu. TRT dahil şimdi bütün yayın kanalları, onun, ne aşağılık bir şey olduğunu beyinlere kazımakla meşguller. Bütün Manukyan çocukları, “Bereketli soyunu” kurutamamış olmanın hırsıyla veryansın ediyorlar.

*

“Bir yağmur sonrası Eleğimsağma renkleri kadar güzel, mavi gök ululuğunda, bereket gibi kutlu, dağlarınıza, çöllerinize, ırmaklarınıza inerim. Nerde bir damla kanım varsa oraya inerim. Çünkü ben hayatın şuuruna ermişim. Evrenin sırlarını biliyorum. Benim, evrenin ötesinde de yaşanacak yurtlarım vardır. Her ölümüm, yeni bir hayata başlangıçtır. Ben, ezelden ebede uzanan bir gerçeğim.”  Ezelden ebede uzanan gerçek; dağlarımız, çöllerimiz, ırmaklarımız ve her damla kanımızın düştüğü yerler senin hasretinle yanmakta…

*

“Ben iki bin yetmiş üçe erişemeyeceğim. Ellerim, kollarım, gözlerim bu kadarcık zamana tahammül edemeyecek. Ama düşüncelerim kaç iki bin yetmiş üçlere uzanır bilemezsiniz.

Bu kör, gaddar, kaygusuz, ülküsüz ortamda, sarıp sarmalayıp büyütüp er yapıp, azıklandırıp yolladığım katı bilekli düşüncelerim, uğurlar olsun… Ve daha doğmamış, alınlarına hilallerin şavkı, damaklarına denizlerimin tuzlu suyu, ellerine tüfek kabzası, kulaklarına ezan sesi değmemiş, iki bin yetmiş üçün boğatırları, pırıl pırıl gözlerinizden öperim…” O berrak düşüncelerinin, bu “ülküsüz ortamda”,  “iki bin yetmiş üç”lere değil, kıyamete dek uzanmasını ve “daha hilallerin şavkı vurmamış” “boğatırlarına” yol göstermesini diliyorum.

*

“İşimi gücümü bıraktım. Yıldızlara gideceğim. Bana olan uzaklıklarının yüz bin katı kadar arzuluyorum.   Bu mesafeye aldırdığım yok. Onlara varacağım bir gün. Biliyorum bir gece evimin balkonunda Merih’e bakıp dururken uçan daireler gelip beni götürecek değiller. Kimseden yardım umduğum yok. Güçlüyüm, bu erişilmez yıldızlara kendim gideceğim. Mutlaka gideceğim. Göreceksiniz.” dedin ve yücelerden çağrı gelince gittin! Dergi sayfaları bu kadarlık sohbete müsait, mekanın cennet olsun! “Karındaşım”…

Bir yanıt yazın