”Ağaçların arası Merve ile Sefa mı?

Yedi ekim gününde astılar Mustafa’mı!

Bozdurmayın kafamı; ağlatırım sazımı!

Söyle Pehlivanoğlu,  gönlün bizden razı mı?”

Mesut İlkay YANIK

Gönlün razı mı bizden ağabey? Senin uğruna can verdiğin bu köklü, kutlu Türk milliyetçiliği davasının gereksinimlerini layığıyla yerine getirebiliyor muyuz? Sizin komünizmi kuruttuğunuz gibi, bizler de dönemimizin liberal kapitalizm ve siyasal islâmcılık gibi safsatadan ibaret gayri milli ideolojileri kurutabiliyor muyuz? Kurutacağız. Sizlerin ışık tuttuğu bu davada, dünya üzerinde esaret ve zulüm altında tek bir Türk kalmadığında, dünyaya yeniden nizam verdiğimizde, yataklarımızda rahat rahat uyumak yerine ülkücü olarak Allah yolunda öldüğümüzde şehadet şerbetini senin elinden içebilir miyiz?

Türk milliyetçiliği gibi köklü bir fikrin yılmaz savunucuları olan ülkücüler, komünist kurşunlarından sonra bu kez de idam sehpalarına terk edilmiş, zifiri karanlıklara boğulmuş, zindanların Yusuf yüzlüleri olmuştur. Derdi Türk milletinin bekası ve vatan olan dokuz bozkurt. Çeşitli iftiralarla idam cezasına çarptırılan dokuz alperen. Son sözleri “Allah, devlete ve millete zeval vermesin.” olan “Son olarak cezaevindeki müdüründen mahkûmuna kadar herkesle helalleşmek istiyorum.”  diyen Ahmet Kerse, “Aileme ve arkadaşlarıma söyleyin düğüne gider gibi çıkıyorum.” diyerek, idamdan önce doktorlar sağlık sorularını neden sorduğumuzu merak etmiyor musun dediğinde, “Sohbet için olmadığını biliyorum herhalde. Beni idam edeceksiniz. Ama merak etmeyin turp gibiyim.” diyen Ali Bülent Orkan. İdam hücresine götürülmeden önce arkadaşlarına “Hakkınızı helal edin. Bana bir fatiha okuyun, yeter.” diyerek, bir isteğin var mı diye sorduklarında “Vatan Sağolsun “ diyen Fikri Arıkan, “Yarabbi gayem senin rızanı kazanmaktır. Ben beni iyi görsünler, iyi desinler, övgüye tabi tutsunlar diye bu davanın içine girmedim. Bana uygun gördüğün yükten hoşnudum.” diye Allah’a dua ederek idam sehpasına giden Cevdet Karakaş. Annesinin ağladığını gördüğünde “Peygamberler bile çile çekmiş, bizim de çekeceğimiz çile varmış.” diyen, gittiği yolun hak yol olduğunu bildiği için bir kez bile isyan etmeyen Cengiz Baktemur, son rızasını sorduklarında “Abdest alıp iki rekât namaz kılmak istiyorum.” diyen İsmet Şahin, idamından önce “Sağlık sorunun var mı?” diye soran doktora “Elhamdülillah taş gibiyiz, hiçbir sıkıntımız yok.” diyen, son nefeslerinde bile cellatlarından helallik isteyen Halil Esendağ ve Selçuk Duracık ağabeylerimiz. 12 Eylül kolpasında idam sehpalarıyla ilk tanışan Ülkücü, “Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar.” diyerek dinine ve ülküsüne olan bağlılığını idama giderken bile gösteren Mustafa Pehlivanoğlu.

Adalet(!) olsun diye bir sağdan bir soldan asma politikasının ilk kurbanı, ilk şehidi Mustafa Pehlivanoğlu. 3 Mart 1958’de Ankara’nın Ayaş kazasında 22 yıl sonra şehadetle müjdeleneceğinden habersizce ilk nefesini aldı. Daha lise çağlarında tanıştı ülkü ocaklarıyla. Hayatı okul, ocak ve ev arasında gidip gelen Pehlivanoğlu her ülkücü gibi Sovyetlerin ve kızıl ordunun Türkiye’yi işgal etmesine karşı direnenlerden oldu. Çünkü Türk evladıydı. Çünkü hiç kimseye nasip olmayacak, defalarca Türk-Cihan hâkimiyetini kurmuş; yeniçağlar, yeni ufuklar açmış bir ceddi vardı. Normal şartlarda karıncayı bile incitemeyen Pehlivanoğlu söz konusu ülküsü, vatanı, dini olduğu zaman tıpkı bir bozkurt gibi savunurdu. Mahallesinde dürüstlüğüyle, dik duruşuyla ve güzel ahlakıyla tanınırdı. Çok kitap okurdu Pehlivanoğlu. Ocaktan öğrendikleriyle beraber bilgisine bilgi katıp, mahallenin gençlerini de eğitirdi. Hedefi Turan, rehberi Kur’an olanlardandı.

Darbe hazırlıklarına çoktan başlanmıştı. Kahvehaneler taranıyor ülkücü veyahut değil ayırt etmeden öldürülüyordu. Takvim Ramazan ayının 2. günü 10 Ağustos 1978’i gösterdi. Orucunu açmış, teravih namazını bekliyor, bir an önce Allah’ın huzuruna çıkıp, huzura kavuşmak istiyordu Pehlivanoğlu. Ama beklemediği bir şey oldu. Ezan sesi duyması gerekirken, siren sesleri duymaya başladı. Herkes de olduğu gibi Pehlivanoğlu’nun da aklında aynı sorular vardı. Yine ne olmuştu? Yine kimi götüreceklerdi? Daha akıllarındaki soruyu tamamlayamadan bir grup gençle beraber Pehlivanoğlu’nu da yaka paça polis aracının içine attılar. Birbirlerine olan bakışları, adeta sessiz bir çığlık gibiydi. ‘Neden?’ olduğunu sorguluyordu. Nedenini anca sorguya girince anladılar. Bir, iki, üç derken sorgu sırası Pehlivanoğlu’na geldi. Her zamanki dik duruşuyla girdi sorgu odasına. Bir saniyeliğine duraksadı. Etrafına baktı. Dilsiz duvarlardaki işkence sesleri hâlâ yankılanıyordu. Keskin kan ve rutubet kokusuyla irkildi. Etrafındaki itlerin emperyalist bakışlarını gördü. Anladı işkence göreceğini ama korkmadı. Aklına Ali ve Dursun ağabeyleri geldi. ‘Onlar da korkmadı.’ dedi. Oturdu sandalyeye. Ruhunu beş kuruşa peşkeş çekmiş sözde devlet polisi cebinden bir sigara çıkardı. Çakmağın ateşiyle içindeki iblis bir anlığına yüzüne vurdu. İlk sorusu ‘Balgat’taki kahvehaneleri kiminle beraber taradınız?’ oldu. Her şeyden habersiz ve tek gayesi ocaktan edindiği bilgileri mahallenin gençlerine aktarmak olan masum Anadolu çocuğu Pehlivanoğlu neye uğradığını şaşırdı. Daha ağzını açamadan ‘Hangi örgüte çalışıyorsun?’ diye kalın ama aciz bir sesle ikinci soru geldi. Pehlivanoğlu bir an bile tereddüt etmeden bütün yüreği ve imanıyla ‘Türk Milliyetçisiyim, ben sadece Vatanım ve Milletim için çalışırım. Beni suçladığınız olayla yakından uzaktan alakam yok. Ben yapmadım.’ dedi. Emperyalist bakışlar yerini pek de farkı olmayan iblis bakışlara bıraktı. Sorgu odasında sorgulanan ve sorgulayan kimdi belli olmuyordu. Sayıca üstün olmalarına rağmen Pehlivanoğlu’nun inandığı hak davayı savunuşunun önünde, sözde devlet memurları it gibi titriyordu. Pehlivanoğlu’nu psikolojik olarak yenemeyeceklerini anladıkları zaman, satılmış köpeklerden birisi fizikî kuvvete başvurarak Pehlivanoğlu’nun Yusuf yüzüne bir yumruk attı. Sorgu bir anda suçu üzerine yıkmaya döndü. Her yumruğun ardından ‘Kimle berber yaptın?’ sorusu geldi. Ve her sorunun ardından sonunun ölüm olduğunu bile bile ‘Ben yapmadım.’ dedi Pehlivanoğlu. Çünkü o yapmamıştı. Saatlerce süren işkenceden sonuç alamayan iblisler Pehlivanoğlu’na elektrik verdi. Yine kabul etmedi. Çünkü o yapmamıştı. Sorgu sırasında ‘Hadi gelsin de Allah’ınız kurtarsın’ diyen eli kanlı katillere ‘Allahu Ekber’ nidaları atıyordu Pehlivanoğlu. Annesinin bile tanıyamayacağı kadar dövmüş, vücudu kararıncaya kadar elektrik vermişlerdi. Yine de yapmadığı suçu kabul ettiremediler Pehlivanoğlu’na. 2 ay boyunca işkenceler devam etti. En kalleşçe, en alçakça şeyi yaptılar. Pehlivanoğlu’nun canından çok sevdiği nişanlısına tecavüz etmekle, anasını babasını öldürmekle tehdit ettiler. Pehlivanoğlu yine kabul etmedi. Nişanlısını gözünün önünde soyup işkence ettiler. Yine kabul ettiremediler Pehlivanoğlu’na. En son satılmış polisin nişanlısına tecavüz etmek için kemerini çıkardığını görünce suçu kabul etti. Gerekirse gördüğü işkencelerin yüz katını görsün kabul etmeyeceği suçu, nişanlısının iffetine dokunmasınlar diye kabul etti.

Aradan çok fazla zaman geçmeden mahkeme günü geldi çattı. Oğluna yapılanlardan habersiz anası ve babası da mahkemeye gelmişti. Anasının gözleri mahkeme koridorlarında Mustafa’sını arıyordu. İlk gördüğünde tanıyamadı Mustafa’sını. Şayet Pehlivanoğlu aynaya baksa, kendini tanıyamayacak haldeydi. Kokusundan bildi oğlunu. Kılına zarar geldiğinde ciğeri parçalanan bir annenin oğlunu o halde görmesiyle feryadı bir oldu. Pehlivanoğlu bir bozkurt gibi annesinin karşısında dik durarak ‘Ana ağlama, bir şeyim yok, canım yanmıyor.’ dedi. Bu cümleleri kurarken kırılmış dişlerinin sızısını hissediyordu. Duruşma salonuna girdiğinde, sorgu odasına girdiğindeki hisle birebir aynısını hissetti. Aradaki fark kudurmuş bakışların sayısı artmış, üzerine kazak yerine cübbe giymişlerdi. Hâkimler Pehlivanoğlu’nun kalemini kırmak için baktığında Pehlivanoğlu’nun gözlerinde diğerlerinden farklı bir şey gördü. Korkmuyordu. Adeta gördüğü onca işkenceyi kapının ardında bırakmış da mahkeme salonuna öyle girmişti. Mahalleden bir insan bile görgü tanıklığı yapmak için gelmemişti. Çünkü kendi başlarına da bir şey gelir diye korkuyorlardı. Pehlivanoğlu ifadeyi ne kadar işkence görerek verdiğini söylese de, gözlerini kan bürümüş, kime hizmet ettikleri belli olmayan heyet kabul etmemişti. Pehlivanoğlu’nun kalemini, suçsuz gözlerinin içine bakarak kırdılar. Annesinin gözyaşları arasında ring aracına bindi Pehlivanoğlu. Bu onun için, sonun bir başlangıcıydı.

Ölüm adeta Pehlivanoğlu’ndan korktu. Balgat katliamında kullanılan silahların Dev-Sol örgütün deposunda çıkmasıyla mahkeme 2 yıl sonraya ertelendi. Pehlivanoğlu hapishanedeki 2 yıl içerisinde boş durmuyor, hapishanedeki gençleri eğitiyor, gayesini yerine getirmeye çalışıyordu. Mahkemenin ertelendiğini duyan ailesi mahalleliyle de konuşup, ülkücüsünden solcusuna on beş-yirmi tane görgü tanığını ikna etti. Buna rağmen karar değişmeyecek yine de idam edeceklerdi Pehlivanoğlu’nu. Bunu bildikleri için birkaç ülküdaşıyla beraber hapishaneden kaçmak zorunda kaldılar. Eve gelip ailesiyle helalleşti. Yurt dışına çıkacak vatan topraklarına hasret bir şekilde nefes alacaktı. Pehlivanoğlu için Türkiye’nin dışında yaşamanın ölümden farkı yoktu. Yurt dışına çıkmadan önce, son mektubunda da “Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah’ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.” diye bahsettiği yârini son kez görmek, helallik almak istedi. Ancak nişanlısının komünist abisinin ihbarı üzerine yakalanıp yeniden ceza evine atıldı.

Ve 12 Eylül… Kendiyle beraber; Vatanını, bayrağını, milletini satmış olan Kenan Evren’in darbe bildirgesini okumasıyla herkesin kafasında aynı soru vardı. Darbeyi solcular mı yapmıştı, yoksa Ülkücüler mi? İkisi de değildi. 1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermesiyle ihtilali kimin yaptığı anlaşılmıştı. Darbeden sonra hapishanede yapılan işkenceler artmış, hapishaneler adeta insan kasabına dönmüştü. Ülkücüler solcu koğuşuna, solcular da ülkücü koğuşuna atılıyordu. Tüm bunlara rağmen ‘Allah’tan ümit kesilmez.’ diyerek Pehlivanoğlu’nun annesi, mahalledeki insanlarla konuşup, görgü tanıklığı yapmasını istiyor, adaletin yerini bulması için çabalıyordu. Annesi, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı bünyesinde bulunan Başsavcı Nurettin Soyer’in yanına bu davayı konuşmak için gitmişti. Nurettin Soyer’in ‘7 aya çıkar’ demesiyle ve ardından Mamak Cezaevi Komiseri Dürüst Oktay’ın ‘Bir şey olmaz, fazla yatmaz’ sözleriyle annesinin yüreğine su serpilmişti. Mahalleli de görgü tanıklığı yapacaktı. Artık adalet tecelli edecekti.

Mahkemeden önce emperyalistlerin hâkimi, soysuz Kenan Evren’in yanına gidip, ‘Deliller ve şahitler olduğu için asamayız.’ demişti. Kansız Kenan Evren’in cevabı ise ‘Artık çok geç, infazdan geri dönemeyiz’ oldu. Emperyalistlerin hâkimi Ali Fahir Kayacan duruşma salonuna girdiğinde tanıkları görünce hiçbirini konuşturmaması gerektiğini anladı. Ve ardından heybetli yiğit salona girdi. Yılmaz mücadelesinden aldığı güçle, korkusuz duruşuyla, ölümü korkuttuğu gibi heyeti de korkuttu. Umut dolu ailesi ve tanıklar bir an önce konuşmak için can atıyorlardı. Çünkü, suçsuz bir yiğidi yağlı urgandan kurtaracaklardı. Beklentilerinin tersi oldu. Hakim hiçbir tanığı dinlememiş, bütün delilleri göz ardı etmişti. Arkasındaki adalet(!) yazısından utanmadan, bir kez daha Pehlivanoğlu’nun kalemini kırmıştı. Sanki kırılan kalem değil de, anasının, babasının, kardeşlerinin, yârinin yaşam ağacının dallarıydı. Arkasına döndü ve ailesine baktı. Bu bakışın son olduğunu bilmek ne kadar yıkıcı olsa da, Pehlivanoğlu gittiği yolun hak yolu, yolun sonunun şehitlik mertebesi olduğunu biliyordu.

Tarih 7 Ekim’i gösterdi. Mamak cezaevinde feryat gibi bir ölüm sessizliği. Gece 01.00 sularında Pehlivanoğlu’nu idam etmek için Ulucanlar cezaevine götürdüler. Son rızası sorulduğunda “Aileme mektup yazmak istiyorum.” dedi. Ve başladı.

 

“Sevgili anneciğim ve babacığım, sizler beni bu yaşa kadar büyüttünüz ve yetiştirdiniz. Benim sizlere karşı islemiş olduğum hataları ve suçlarımı affedin. Hakkınızı helal edin. Ben sizlerin bir evladınız olarak, bugüne kadar Cenab-ı Hakkın ve Onun Resulünün, Yüce Peygamberimizin yolundan ayrılmadım. Alın yazımız böyle yazılmış. Kader ne ise onu çekeceğiz. Ben de kardeşim Haydar gibi bir an önce Allah’ın huzuruna çıkacağım. Eğer benim günahım varsa Cenab-ı Allah’ın huzurunda çekmeye hazırım. Yok, bir yanlışlık sonucu ölümüme karar verenler, idam edenler Allah’tan bulsunlar. Şunu hiç bir zaman unutmasınlar ki, Mustafa’lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer her zaman Allah’a inananlarındır. Bunun için hiç üzülmeyin. Cenazemin arkasından ağlamayın, günahtır. Sizden ricam, ağlamayın. Anne, sizlerle helalleşmek isterdim, fakat olmadı. Hakkım varsa, hepinize helal olsun, siz de helal edin. Son olarak, abime, yengeme, yiyenime, bacıma selam eder, haklarını helal etmelerini dilerim. Nişanlıma da selam eder, Cenab-ı Allah’ın mutlu bir yuva kurması için ona yardımcı olmasını dilerim.

Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.”

Oğlunuz Mustafa

 

Namazını kıldı, kefenini giydi ve Tekbir getirerek yürüdü darağacına. Son defa derin bir nefes aldı. Çıktı sehpanın üzerine, yağlı urganı geçirdiler boynuna. Bütün hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Celladın sehpaya vurmasıyla film şeridinin kopması bir oldu. Sallandı… sallandı… Hâlâ tekbir getirirken zorluk çekmiyordu. Bir anda durdu. Yüzü kıbleye döner dönmez durdu. Bu duruma şahitlik edenlerin kimi tesadüf dedi, kimiyse şehit. Can bedenden ayrıldı artık. Melekti artık Pehlivanoğlu. Berzahta kollarını açmış, bizi, ülküdaşlarını bekliyor.

Olanın, olmamış olması için dua eden ailesi cezaevine gitti. Ailesine cenazeyi cezaevinde vermediler. Sadece Karşıyaka Mezarlığında defnedileceğini söylediler. Feryat figan mezarlığa gitti ailesi. Cenazeye katılmak isteyen ailesinin üzerine namlu doğrulttular. Kansızlardan biri Üsteğmenin ‘vur emri var’ demesiyle, bu aciz emperyalistlerin bir ülkücünün ölüsünden bile korktukları aşikâr bir şekilde meydana çıktı. Ailesi 15 gün sonra kavuşabildi evlatlarının mezarına. Evladı kokan toprağa 15 gün sonra dokunabildi anası.

Mustafa Ağabey! Gözün aydın. Katilinle yüzleşme vaktin geldi. Suçsuz olduğun bilindiği halde, çok geç infazdan dönemeyiz diyerek, senin idamına izin veren, başta kendini olmak üzere vatanını satan kansız geberdi. Allah’tan tek dileğim ahirette onun karşısına çıkıp sana yapılanların hesabını sormamızdır. Ve metîn ol ki uğruna binlerce şehidin kan döktüğü, tarihi M.Ö 3000’lere dayanan Türk Milliyetçiliği davası bütün gayri millî ideolojilerle mücadele etmiş, ediyor ve yeryüzünde tek bir Türk Milliyetçisi dahi kalmayana dek devam edecektir. Ruhun şad mekânın cennet olsun. Unutanın kanı kurusun.

Bir yanıt yazın