“Dedim ki: -bu yara neye benziyor?
Gülüp dedi: -yara yaradır işte…
Dedim: -bu başka bir şeye benziyor;
Varlığın tarlası töredir işte,
Ölenler bir avuç var-oluş salmış.”
Ömrünün otuz altıncı damlası otuz yedincisine girerken göçüp giden ve son şiirine otuz yedinci damla adını veren bir şahsiyet; Türk Milliyetçiliği fikrinin seçkin bir bilim, kültür ve sanat adamı olan Yetik Ozan… Firkatî mahlasıyla âşık tarzı şiir geleneği vadisinde yazılan şiirlerin de şairi aynı zamanda. Aslında kendisi hakkında derin bir mâlûmata sahip olamıyoruz zirâ birçok âbide şahsiyetimizde karşılaştığımız bir mesele bu. Rahmetli Nevzat Kösoğlu Hoca’nın kazandırdıkları da olmasa biyografi sahasındaki açığımızın çok daha büyük olacağı kesinmiş. İşbu hâle rağmen Merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in damadı (Prof. Dr. Umay GÜNAY TÜRKEŞ’in eşi) Turgut Günay hakkındaki parça parça olan bilgileri bir araya getirip edebiyatı tutuş biçiminden de dem vurarak müstakil bir telifi naçizane ortaya koymak istedik.
“Çifte oluklu bıçakla
Al alma soyduğum yerler,
Sarı kuşun gök çiçekle
Kavlini duyduğum yerler;
Yâda düştü.
Yağıya, yâda düştü.
Özlem öce karıştı;
Gönülden yâda düştü.”
Astsubay bir baba (Mehmet Bey) ile ev emektarı bir annenin (Mukaddes Hanım) evlâdı olarak Manisa’nın Soma ilçesinde 1942 yılında dünyaya gelen Yetik Ozan, memuriyetten dolayı gezmekte olan bir aileye mensup olduğu için ilköğrenimini Aydın’a bağlı çeşitli kazâ ve bucaklarda, ortaöğrenimini ise Rize’de tamamlamıştır. Göçerliğin yararı itibariyle eşyayı ve insanı gerçeğe yakın bir biçimde yakalama imkânı, Yetik Ozan’ın yetişmesinde baş âmil olmuştur desek yanılmayız. Nitekim yükseköğrenimini gördüğü Ankara Üniversitesi Dil ve Târih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden 1966’da mezun olup bir buçuk yıl kadar Kütahya Lisesi’nde öğretmenlik yapması, Atatürk Üniversitesi’nin 27.09.1967 târihinde açtığı sınavı kazanarak asistan göreviyle Erzurum’da bulunması, ona Anadolu’nun çok yerinden öz toplama fırsatı sunmuştur.
Yetik Ozan, 1972 yılında “Rize İli Ağızları” isimli tez çalışmasıyla üniversite bilim doktoru unvanını alınca, bir buçuk sene sürecek askerlik vazîfesini görmeye 1973 yılının Kasım ayında gitmiştir. Vatana hizmeti millete hizmetle mündemiç gören Yetik Ozan, terhis olduktan sonra Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve Beşerî Bilimler Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne öğretim görevlisi olarak geçmiştir. Üniversitedeki hocalık devresinde, “Türkiye Türkçesi Grameri”, “Türk Dili Târihi”, “Türkçenin Yapısı”, “Eski Türkçe (Uygur – Göktürk – Karahanlı) Lehçeleri”, “Anadolu ve Rumeli Ağızları”, “İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı”, “Bugünkü Türk Lehçeleri”, “Türk Halk Şiirinde Türler ve Biçimler” ve “Türk Kültürü” derslerini vermiştir. Yetik Ozan’ın tek gâyesi akademik çalışmalarda bulunmak değildi. Her zaman ilminin zekâtından fazlasını saçmayı seçmiş ve bu gereklilikte milletinin estetik kaygısına hayatını vakfetmişti. Öyle ki Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Halk Müziği ve Halk Oyunları Dairesinde mesai dışı bir görevle yönetim kurulu üyeliği yapıyor; Türk müziğine yön vermeyi amaçlayan birçok toplantıya danışman olarak katılıyor ve bu toplantılarda görüş bildiriyordu. Ayrıca iyi bir dilci ve halk bilimci olarak değişik yayın organlarında dil ve halk edebiyatı alanında makaleler yayımlıyor, seminer ve kongrelerde tebliğler sunuyordu. Aslında bütün bunları görevi olduğu için değil, Türk Milleti’ne karşı bir ödev olarak gördüğünden yapıyordu.
“Ak yazının karayeli çözmesin;
Yazmanı yakşıca çek başına yâr.
Suna sanıp alıcı kuş süzmesin;
Çıkma doruklara tek başına yâr.
Salınıp geçerken sen gökçe belden,
Düşer devşirdiğim çiçekler elden.
İncesin lâleden, sümbülden, gülden;
Hangisini taksam yük başına yâr.”
Akademisyenliği, şâirliği ve Türk millî kültürüne olan duyarlılığıyla; Yetik Ozan’ın çok yönlü bir kişilik oluşunu anlamaya çalıştığımız bu satırların, bizi onun şiir anlayışına götürmesini istiyoruz. Gerek bilim, gerek kültür ve gerekse de sanat âleminde yetkin bir insan olarak önemli işlerle temâyüz eden Yetik Ozan, 1960’lı yıllarda ülkücü hareketi geniş kitlelere ulaştıran Arif Nihat Asya, Emine Işınsu, Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi Türk Milliyetçisi şâir ve romancılar arasında yer alır. Mâmâfih onu günümüze taşıyan en mühim hasleti de bu şiarda ördüğü şiirlerdir. Yetik Ozan, “Sanatta hedef düşünce, bugünü ve yarınıyla bir bütün olan milletimizin öz değerlerini ortaya çıkarıp işlemek ve Türk Milleti’ni dâima büyük atılımlara hazır kılacak mânevî gücü, millî gururu biçimlendirmektir.” sözleriyle kendi sanat anlayışını açıklarken bu gâyenin metodik olarak nasıl uygulanacağını ise “Bugünkü millî Türk şiirinde yapılması gereken, sanat terâzisindeki dengeyi bozmadan toplumcu dozu arttırmaktır.” sözleriyle ifâde etmiştir. Onun bu sözlerinden anlamaktayız ki ona göre sanat, hem sanat içindir hem de toplum içindir. Yetik Ozan; şiirde disiplinin önemli olduğunu vurgulamış, şiirlerinde ölçüye uyarak bu görüşünde tutarlılık sağlamıştır. Ancak şiirini hiçbir zaman katı ve dar kalıplara bürümemiş, böyle bir esası da doğru bulmamıştır. Şiirde duyguları seçerken mantığını bir süzgeç olarak kullanmış; kelimeleri seçerken de sanatı, terâzi olarak düşünmüştür. Tüm bu birikim ve o birikimin bir eseri olan dikkat celbi, Yetik Ozan’ın şiirde nevi şahsına münhasır bir kişilik kazanmasına yol açmıştır. Onun şiiri her dönem, taklit edilebilirlikten uzak olmuştur. Çünkü yazdığı her bir şiir hatta onların her bir mısrâsı damgalı gibidir. Kullandığı kendine has fiilleri, kendine has isimleri şiir içinde ilk okunduğunda çok tanıdık gibi gelse de aslında o kelimelerin bizce hiç dile gelmediği anlaşılıverir. İşte bu üslûp, bu tavır, herhangi bir neşirde birkaç dörtlüğü içlendirdiğinizde, Yetik Ozan’ın ismini görmeseniz bile bu bir Yetik Ozan şiiridir demenize vesile olmuştur.
“Üçüz ayın dokuzunda doğmuşum,
Kırk eren uğrağı dağın ardında.
Yüreğimi bengi-suda yuğmuşum;
Yaşıyorum binbir yuğun ardında.
Altay’daki al yılkıdan tay aldım,
Göğe yakın şimşirlerden yay aldım.
Kurt soluklu tipilerden pay aldım;
Büyüdüm bir ulu çığın ardında.
Ötüken’i han gönlüme taht ettim,
Malazgirt’i ak alnıma baht ettim,
İstanbul’u yâr belledim aht ettim;
Murat aldım bir al tuğun ardında.
Gene yolum eski dağlara doğru,
Ülkü ülkü kokan bağlara doğru,
Güneşi batmayan çağlara doğru;
Yürüyorum son Başbuğ’un ardında.”
Şiir sahasında titizlikle yürüyen, sanatın haysiyetine son derece düşkün olan Yetik Ozan, Türk şiirinin kaynağının halk şiiri olduğunu ve gelecekte de böyle olması gerektiğini savunmaktadır. O, ozanlığının yanında güçlü bir gelenek temsilcisi olan âşık kimliğine de sahiptir. Firkatî mahlasıyla âşık biçimi şiirler söylemiş; Kuzeydoğu Anadolu (Erzurum-Kars) havalisi âşıklarıyla yakın temas içinde olmuş, onlarla söz meclisleri tertip ederek deyişmeler ve atışmalar yapmıştır. Yetik Ozan’ın bu alanda ne denli ehliyetli olduğunu, kendisini yakından tanıyanların onun için söylediği “Bir âşıkla atışırken karşısındakinin zayıf yönlerini çok iyi yakalar, çok iyi derecede saz çalar ve kafiyeyi çok iyi kullanırdı.” sözlerinden daha iyi anlıyoruz. Onun, âşıklara, âşıklığa ve âşık biçimi şiire ilgisinden ötürü, Cumhuriyet’in 50. Yılı münâsebetiyle mesai arkadaşı Saim Sakaoğlu’yla ortak bir antoloji hazırladığını da hatırlatmamız gerekiyor.
“Yanlış yöredesin yüce Beyazıt;
Ardından dolanıp gelecek yağın,
Her çalı ardında bir sinsi çaşıt;
Suyu, ağı kesilmiş her bulağın.
O ağıdan yüzüğüne sen de koy;
Bir ikiz sevinçtir ölüm ile toy…
Ha bir tutsak hakân, ha bir tutsak soy,
Geleceğini gör yaşanan çağın.
Firkatî der; yenilse de bir ordu,
Öçler ordulaşıp kurtarır yurdu…
Dinle boz kayada soluyan yurdu;
Yarınlara muştulansın kulağın.”
Türk şiirinin gelenekten kopmadan nasıl çağdaş hâle getirilebileceğinin somut bir örneği olduğundan, Yetik Ozan’ı şiirde ayrı bir ses, ayrı bir çığır olarak değerlendirmek mümkündür. Halk şiiri geleneğinden yararlanmasının yanı sıra, her şiirinin gelenek içinde bir sıçrayış olması, her şiirinde ferdî yaratıcılığının; şiirinin tekniğine, kelime hazinesine ve imaj dünyasına sinmiş olması onu bu kadar farklı ve kalıcı kılan unsurlardır diyebiliriz. Yetik Ozan’ın kendine has bir âlem içinde yaşamış olduğu hayatına ait özgeliğin, şiirine aksetmiş olması da yine onu emsalsiz bir yere konumlandırıyordu.
“Ne görünmez kaza, ne kara-yazı;
Bu çile bambaşka bambaşka bir şey…
Alaca yılanın ağrısı desem,
Yılanlar utanır yılanlığından.
Yedi yeminsizin yağısı desem,
Putlar düze iner Nemrut dağından.
Dağarcığımdaki sabır aşımı,
Karga kılıklı bir güvercin çaldı.
Göçerken Lif dağından Kaf dağına,
Gözlerimde dokuz damla yaş kaldı.
Kerem gibi indim Keşiş bağına;
Aslım’a canımı istediler pey.
Ağarsın diye üç hilâl ile tün…
Benim yarın, benim bugün, benim dün;
Oğlum bana çekmiş, ben de babama.
Ülkü ocağında sacayağıyız…
Sırtımıza saplansa da bin kama;
Dostlara dost, düşmanlara yağıyız.”
Turgut Günay’ı anlamaya ve anımsatmaya gayret gösterdiğimiz yazımızın sonlarına gelirken, geçtiğimiz aybaşında ebediyete uğurladığımız kıymetli ülkücü İbrahim Metin Ağabeyimizin, Yetik Ozan hakkında kaleme aldıklarını da buraya iliştirmeyi bir vazîfe addediyoruz.
‘’Değme geç, değme geç bana tan yeli!
Tünle kırbaçlanmış yüzüm bu sıra…
Yaraya tuz basılır mı?
Gerçi, gönlüm yedi kuşak Ege’li;
Ağrı doruğunda gözüm bu sıra.
Var, gökçe gülleri al eyleyip git!’’
“Cumhuriyet döneminde sahasının yıldızı olarak kabul ettiğim, -şiirin sırrına erenlerden- Yetik Ozan, telaşlı bir hâlde DEVLET Gazetesi ve TÖRE Dergisini bastığımız Yeni Işık Matbaasına geldi. Otuz Yedinci Damla şiirini, yanındaki desenlerle ve imzalamış olduğu kısa notla birlikte yukarıda italik olarak basılmış mısrâları, daktilonun kırmızı şeridi ile yazdığı kâğıdı kapı önünde elime tutuşturup gitti. O yıllar, Türkiye’miz gibi Yetik Ozan’ımızın da buhranlı günleriydi… Şiiri yayımlayamadık. Divitlerini kırdığı zaman olduğundan belki bu, onun son eseriydi. Bir kopyasının daha olmadığını zannettiğim mısraları, edebiyat târihine emânet edemeden kaybetmiş olmanın vicdan azabını uzun süre çektim. Yıllar sonra ise bulmanın sevincini yaşadım.
Sana Gelirim şiirinde: ‘’Var olmak bu ise bıktım; / Yok olur sana gelirim.’’ ve Can Pazarı’nda ise: ‘’Kurt, kabrini’’ ‘’Kendi pençesiyle kazar’’. ‘’Kurulmuş öç doruğuna ‘’Can verip şan alacağım’’ demişti…
Şimdi: ‘’Çelikten kanatlarla’’ çıktığı göklerde, ‘’Başında tolunaylar dalgalanıyor’’ mudur?
‘’Yarasına tuz bas’’tığımızı, ‘’Göğe adam as’’tığımızı ve O’nun kırmızı şeritle aktardığı mısralardaki ‘’Elveda’’yı bize şâirce söylediğini, gafletimizden anlayamamıştık.
Ve otuz altıncı ‘’damla’’ , ‘’otuz yedi’’ye girdiğinde, otuz yedilik baharında: ‘’Kanamadan son zaferin tadına / Binip ülkümüzün bengi atına / Kürşad’ın izinden cennet katına..’’; ‘’Gökçe gülleri al eyleyip / Bakır bulutları şal eyleyip’’ uçtu gitti…”
Vesilesiyle O’nu da yâd etmiş olalım diyerek aktardığımız bu satırlarda İbrahim Metin’in, Yetik Ozan’a ebedî göçüyle beraber yazdıklarını gördükten sonra bulmasıyla vicdanını rahatlatan o şiirin kalan mısrâlarına gönül değdirelim şimdi.
“Bakır bulutları şal eyleyip git!
Kısır ahlatları dal eyleyip git!
Göğe adam asılır mı?
Kırık divitlere özüm bu sıra.
Otuz yedi yıldır seni bekledim;
Kâh beşiğe girdim, kâh emekledim.
Sonunda yarını düne ekledim;
Başak boşa kasılır mı?
Üç değirmen taşı sözüm bu sıra.”
İşte böyle… Genç yaşında, 13 Aralık 1978 târihinde ülküsünün ve sanatıyla ilmek ilmek tekâmül ettirdiği ıstıraplarının mürüvvetini göremeden gitmişti Yetik Ozan; yitik ozan olmuştu. Biz, Türk Milleti’nin avazını işitmek için haddimiz kararınca Turgut Günay Üstadın kulağına imrendik. Toparlamadan evvel, yıllar önce Gökçen Günay tarafından kendisiyle yapılan bir röportajdan bazı eşsiz tespitleri Yeni Ufuk okurlarına bırakmak yerinde olacaktır:
‘’Gökçen Günay: Çağımızda maddeye dönük dünya görüşünün şiire ters yönlü tesiri söz konusu mudur? Sanayileşme karşısında şiirin bugünkü durumu nedir ve yarınki durumu ne olacaktır?
Yetik Ozan: Mantıkçının eksik yargıyla “düşünen varlık” olarak nitelendirdiği kişioğlu, hâlâ alaca karanlıkta aydınlık düşler kurabilmekte; seven, uman, özleyen, kısacası duyan yanını yeryüzünün katı gerçekleri üstünde tutabilmektedir. Bu bakımdan; mermere biçim, kâğıda renk, kelimeye âhenk vermeye uzun bir süre daha devam edecek görünmektedir. Çağımızda yoğunluk kazanan maddeci akımın birçok ülkede sosyokültürel bünyeye bağlı değer ölçülerini değiştirdiği ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak çeşitli sanat dallarının da maddeci akıma yöndeş çığırlara girdiği gözle görülür bir gerçektir. Ancak, düşünen ve duyan bir varlık olarak kişioğlunun, siyasî bir baskı veya psikolojik bir şartlanma söz konusu olmaksızın, sanayi için sanattan, sanat için sanayiden vazgeçebileceğini düşünmek zor ve zor olduğu kadar da yersizdir. Sanatı “burjuva özentisi” sayan Marksist maddecilikle maddeyi “duyguların katili” sayan “hippi santimantalizmi” hiç değilse bu noktada çürümeye mahkûmdur. Şiirin geleceğinden şüphe edenlerin şu gerçeği bilmeleri gerekir ki; kâinatın sonsuzluğu içerisinde daha her şey öğrenilmemiş, her şey duyulmamış, her şey söylenmemiştir. Gelecek şiirde yaşar; şiirin ölümü, güneşin bir daha görünmemek üzere tutulması demektir.
Gökçen Günay: Sizce millî şiirimizin dili nasıl olmalıdır?
Yetik Ozan: Millî şiirimizin dili şüphesiz ki Türkçe olmalıdır. Gerek kelime hazinesi, gerekse fonetik âhengi ile Türkçe, kendiliğinden bir şiir dilidir. İlk yazılı belgelerine Uygurlar döneminde rastladığımız eski Türk şiirini inceleyenler, adsız Türk ozanlarının katıksız bir Türkçeyle ne güçlü şiirler yarattıklarını hayranlıkla görürler. Karacaoğlan’la baharın bütün renklerini, Yunus Emre’yle insan ruhunun en gizli emellerini, Veysel’le toprağın duyulmaz sesini veren dil gene o Türkçedir. Türkçeyi kaba ve yoksul bir dil sayan anlayış, aşağılık duygusuyla kendi değerlerine karşı çıkan ruh hastasının anlayışıdır. Türkçeyi sevmek, Türkçeci olmak her Türk’ün başta gelen vazifelerindendir. Ancak şurası acı bir gerçektir ki; günümüzde dil bizim felsefemizle bağdaşmayan bir takım politik akımların yanlış ve tehlikeli kalıpları içerisine sokulmuş, doğru Türkçeyi seçebilmek büyük çaba gerektiren bir mesele hâline gelmiştir. Kökü 15. yüzyıla kadar çıkan ve Tanzimat basamağından sonra Ziya Gökalp’le çeşitli yönlerden sağlam sayılabilecek esaslara bağlanan “dilde özleşme” akımı, günümüzde Türkçeyi bilmeyen, Türklüğü ve Türkçülüğü kabul etmeyen bir zümrenin elinde “uydurmacı”lığa dönmüş; bir yandan Türkçeye kıyarken, öbür yandan da dilde tutuculuğun hortlamasına sebep olmuştur. Bu iki fanatik cephenin dışında doğru Türkçeyi savunan ve doğru Türkçenin başarılı örneklerini veren şâirlerimizin, yazarlarımızın günden güne çoğalması bizi sevindiren ve doğru yolda olduğumuzu gösteren bir gerçektir. Şuna bütün kalbimle inanıyorum ki; pek yakın gelecekte, savunucusu olduğumuz bu akım hem Türklük düşmanının “uydurmaca”sına hem de Türkçecilik düşmanının “karma diline” galip gelecek ve Kaşgarlı Mahmut’ların, Ali Şîr Nevaî’lerin, Edirneli Nazmi’lerin ruhları şâd olacaktır.
Gökçen Günay: Şiirlerinizde çoğunlukla tutsak Türklerin meselelerine yer verilmesi nasıl açıklanabilir?
Yetik Ozan: Dünyanın çeşitli köşelerinde; kendi toprakları üzerinde köle gibi yaşayan, ezilen, öldürülen bunca Türk’ün çilesine bir Türk olarak, bir insan olarak ilgisiz, duygusuz kalmam beklenemez. Vietnam için yürüyüşler yapan, Zenciler için şiir yazan, Hiroşima için tablolar çizen dünya insanına; Sibirya zindanlarındaki Kırımlının kısık sesini, Kansu’daki yediden yetmişe kılıçtan geçirilen Uygur Türk’ünün son nefesini, Rodop dağlarında kurşuna dizilen Türk çocuklarının acı çığlıklarını duyurabilmek için önce milletçe duymak gereği vardır. Haklı dâvâmızın temeli bu duygu üzerine kurulmuştur. Bizi birleştirip dirence ve atılıma hazırlayan bu duygudur. Ancak şu noktayı da hemen belirteyim ki; bu duygunun incelikle işlenmesi ve kaba bir nefret veya kuru bir hamaset çerçevesine sokulmaması gereklidir. Ben bundan dikkatle kaçıyor ve şiirlerimde gerçek bir acıyı, şuurlu bir sabrı ve haklı bir umudu işlemeye çalışıyorum. Başardığımı iddia edemem, ama benden sonrakilere bu yolu açabilmek için vazifemi yaptığıma inanıyorum.’’
Sanatta, şiirde, mûsikîde yeterince değerimiz olmadığından hayıflanırız çoğu zaman; yetiştirdiğimiz, milletimizin sînesinden çıkan ender kıymetlerimizi ne kadar tanıyıp anlıyoruz sorusunu sormadan hiç kendimize. Yetik Ozan, kanaatimce bu yüksek vasıflı Türk meziyetleri arayışımızın en nadidelerindendir. Hiçlik makamından adamaya çalıştığım bu yazı temennim odur ki Turgut Günay’ın, Yetik Ozan’ın, Âşık Firkatî’nin ruhunu şâd eyler; anlam-değer dünyamıza bir lahza katık olur.
Tanrı Türk’ü ve Türkçeyi korusun!..
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.