Dünya denen mezellete dalsın her isteyen,

Ben ırkımın şeref taşan efsânesindeyim.

“Sona Doğru” yaklaşırken öğrendiklerim benimle birlikte gitmesin, bir “hoş sadâ” olarak kalsın istiyorum. Az mı uğraştım olup biteni anlamak için? Dilimizin başına gelenleri kavrayıp ona nasıl sâhip çıkılacağını öğrenmek kolay mı oldu? İleri ülkelerin bir çırpıda hâllettikleri anarşi bizde neden önlenemedi de bugün terör olarak sürüp gidiyor? Onların pek çok faydalandıkları sosyal bilimler, bizde niçin önemsenmiyor da Sosyal Bilimler Liseleri yaşatılamadı. Tahterevalli Teorisi, Üç Z Formülü durup dururken mi önümüze kondu? Lobi ve faaliyetleri nerede, ne zaman öğretildi?

Başka milletler gençlerini kurt gibi yetiştirirken bizimkiler kuzu gibi yetiştirmişler. Bir tutam ot tutan, onları kendi yanlarına çekmiş. Ziya Gökalp’ın dediği gibi “Mefkûresiz fertler, hodkâm ve menfaatperest, ümitsiz ve korkaktırlar.”

Türk genci ülküsünü öğrenecek!

***

Bütün anlama, sıkıntı ve zorluklarına karşılık bir tesellim oldu: Türk milleti, büyük ve asildir. Oysa başlarken bir yanda medeniyetsiz ve barbar diyenler vardı. Ziya Gökalp, ünlü Turan şiirinde yazdıklarını bunlara karşı yazmıştı âdeta:

“Sahifelerde değil, çünkü Atilla,

Cengiz Zaferle ırkımı tetviç eden bu nâsiyeler,

O tozlu çerçevelerde, o iftira-âmiz

Muhit içinde görünmekte kirli, şermende;

Fakat şerefle nümâyân Sezar ve İskender!”

Öte yandan da yağmacı ve ilkel diyenler mevcuttu. Gerçekten Türk milleti Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun ifâdesiyle “Bir yandan hakikatleri çiğneyerek onu barbar îlan eden yabancı kaynaklı hâin propagandanın, bir yandan da kendi kendini inkâr eden sözde aydınların insafsız saldırıları altındaydı.” Bunlar uzun yıllardır özelliklerini koruyarak devam edip gelen Türk kültürünü inkâr edenlerdi. Türk olmaktan utanıyorum, diye bağıranları bile vardı. Yıllardır Türk hazînesinden aldığı maaşla geçinip emekli olmalarına rağmen…

Bunlar Türk dilini yozlaştırıp bozdular, kabile diline benzettiler. Sonra da “Bu dille ilim ve felsefe yapılamaz!” dediler, İngilizceyi öğretim dili yaptılar, târihimize sırt çevirdiler. Milletin devamlılığını sağlayan târih şuurundan bizi mahrum bıraktılar. Şimdi bu yüzden beka sorununu tartışıyoruz. Beka sorununu çözecek tedbirleri almak yerine…

Düşün, aklet Türk! Bu tedbirler neden alınmıyor? Almayan kim, aldırmayan kim? Anla!

Hâlbuki köklü, zengin ve özgün bir büyük Türk kültürü var. Hem de “târihîlik” özelliği ile ileri diye hayran oldukları Batı kültürlerinden üstün bir hüviyete sâhip. Ve dünyâyı sevk ve idâre eden beynelmilel düşünce sistemlerinden biri olarak bir Türk düşüncesi mevcut.

Öğrendim ki başka birçok kavimde olduğu gibi put yapıp tapmak hiçbir Türk boyunda görülmemiş. Bazı kavimlerde görülen istediği kadını veya kızı geçici veya devamlı olarak alıkoymak gibi bir âdet Türklerde yok. Asırlarca yanı başlarında domuz yetiştirip yiyen Çinlilerle komşuluk yaptıkları hâlde domuz eti yememişler.

Türkler olmasa; Haçlılar, Kudüs’te değil Mekke’de olurlardı. O zaman İslâm’ın âlemşümul pozisyonu kalır mıydı ki? Türkler kılıç zoru olmadan Müslüman olmuş ve gururla hemen Müslümanların başına geçip yüzyıllarca onları koruyup yönetmiş. Îmanla ve lâyıkıyla… Endülüs’ten Müslümanları kurtarıp Kuzey Afrika’ya taşıyan, Yahudileri de Türk topraklarına getirip yerleştiren ve zulümden kurtaran, Türkler olmuş. İnsâniyetle, hoşgörüyle…

İşte bu Müslüman Türk, kurduğu dünya düzeninde çeşitli dinden ve milliyetten toplumları barış içinde tutmuş, asırlarca yönetmiştir. Türk milleti sadece bu sebepten değil, yetiştirdiği dâhilerle de büyüktür. Dâhiler yalnızca büyük milletlerden çıkabildiğine göre en büyük Türk dâhisi asker, devlet adamı, politikacı eşsiz Fatih’i, târihin en büyük amirali Barbaros’u, dünya târihinin en büyük mîmarı Sinan’ı, klasik Türk musikisinin en büyük bestekârı Itri’yi ve dünyânın hayranlık duyduğu Yunus’u yetiştiren Türk milleti nasıl büyük olmaz? Zaten bu büyüklüğüne tarafgir olmayan bütün büyük insanlar şâhitlik etmişler.

İşte Yılmaz Öztuna’dan birkaç misal:

Brayer: Türklerin barbarlıkları hakkında pek çok kitap yazılmasına rağmen bu iddianın aksini ispat eden vakıalar ortadadır. Gerçekte Türkler; eli açık, hayırsever kimselerdir. Allah korkuları büyüktür. Bütün hareketlerini Allah’ın gördüğüne ve tâkip ettiğine inanırlar. Misâfirlerine evin en iyi odasını ayırır, en iyi yemeklerini yedirir; giderken misâfire hâtıra olarak hediyeler, ihtiyacı varsa, para verirler. Evlerini şereflendirdikleri için bir de teşekkür ederler. Köle ve hizmetkârlarına en iyi muameleyi yapar, onları âile efradından ayırmaz, her türlü dertlerine deva olurlar.

Thevenot: (17. asrın ikinci yarısında) Batı Hristiyan âleminde Türkleri barbar, şeytan, îmansız saymak âdettir. (Oysa) Türklerin iyi insan olduklarından şüphe (etmek dahi) caiz değildir. Allah’ın emrettiklerini yerine getirmeye gayret ederler. Başkalarının kendilerine yapmasını istemedikleri şeyleri onlar da başkalarına yapmazlar. Türkler namuslu insanlardır. Bir Türk’ü aldattıkları görülmediği gibi bir Hristiyan’ı da aldatmazlar. Hattâ namussuzluk telakki ederler.

Amicis: Türk ırkı, ruhen asil yaratılmıştır. Çok iyilik yaparlar ama onlardan iyilik görenler de büyük vefa duygusu gösterir, kendilerine yapılan en küçük iyiliği unutmazlar. Ölmüşlere saygı, çok nazikâne îfâ edilen misafirperverlik, hayvanlara şefkat Türklerin övülecek meziyetleridir. Türkler bütün sosyal sınıfları bir tutarlar ki bu durum birçok senaya değer.1

Bu şâhitliklerden eski-yeni, Doğulu-Batılı yüzlercesini ifâde edebiliriz. Daha fazla uzatmadan Yılmaz Öztuna’nın ifâdesiyle şöyle bitirelim: “Avrupa şehirlerinde kaldırım yokken, lağımlar açıktan akarken Türk şehirlerinde bu meseleler çoktan hâlledilmişti. Yolculuk fevkalâde kolaylaştırılmış, yolcuya bedava yiyecek ve barınak temin edilmiştir ki geniş ülkeler arasında bağlantı ve ticâret kopukluğu olmasın. Çok büyük bayındırlık eserleri her köşeye hizmet götürmüştür. Sinan’ın Ergene Köprüsü (Uzun Köprü) gibi âbideler çok büyük teknik bilginin de neticesi olarak bugün ayaktadır ve sayıları binlercedir.”2

Esâsen taklit ettikleri esnaf loncalarımız sâyesinde Avrupa’da burjuva sınıfının doğmasına, modern Avrupa toplumlarının teşekküllerine birinci derecede Türkler âmil olmadı mı? En önemlisi Avrupa’da insana ve insanlığa değer verme Türklerin İstanbul’u fethiyle yerleşmeye başlamadı mı? Bu dünya düzeninin kurucusu, Osmanlı Devleti’dir ve eski kaynaklarda, yeni araştırmalarda Osmanlı hep Türk devleti geçmektedir. Bu devletin sosyal yapısının asıl unsuru Yörük ve Türkmenlerdir, yâni Türklerdir. Zaten Osmanlı Devleti, Selçuklu Devleti topraklarında (ki adına Avrupa Türklerinin yaşadığı yer olarak Türkiye denmiştir) kurulmuştur ve onun mirasçısıdır. Osmanlı padişahlarının kendilerini gelenekleri, kurumları ve felsefeleriyle Oğuz Han’a dayandırmaları bundandır. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı Devleti’nin devâmıdır. Kuranlar zaten onun subayları ve kadrosudur. Netîce olarak Beşeriyetin orta yerinde, dünya târihinin en merkezî noktalarında ‘kendimiz’ olarak bulunuyoruz. Dinen Müslümanız, kültürel olarak Türk’üz, târihen Osmanlıyız. Târihimiz eğrisiyle doğrusuyla (ki doğrusu eğrisinden çok fazladır) bizim mâşerî hâl tercümemizdir. Biz bunların hepsiyiz. Dağınıklığımız, beka tartışmaları bizi yanıltmasın. Ebediyen yaşayacağına inandığımız Türk milletinin hayâtında böyle birkaç nesil süren sarsıntılı devirler önem arz etmez. Târihî seyir, er geç tabiî mecrasını bulacaktır. Bu hâl geçicidir. Nereden mi biliyorum? Artık uzun süren savaşlardan sonra evlerine dönen yorgun, yaralı ve yaslı Türklerin yerinde bugün dinamik, iki fakülte bitirmiş, iki yabancı dilli Türk çocukları var. Hoca Ahmet 3 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi Ağustos 2022 Sayı 97 Yesevi, İmam Mâturîdî başta olmak üzere Türk’ü köklerine bağlayan ve ona hayat veren büyüklerimizle ilgili sayısız araştırma, pek çok kitap yazılıp okunmaktadır. Târih şahit ki Türk milleti dilini konuşan önderin “Ya istiklal ya ölüm!” misâli hâtifî sesini duyduğu zaman şahlanır ve üstüne düşeni yapar. Atatürk ve Millî Mücadele bunun en son örneğidir.

Türk milletinin “Büyük Suçlu” muamelesi görmesinin sebebi işte bu büyüklüğüdür. Durmuş Hocaoğlu ne güzel anlatmış: “Biz Türkler herhangi bir millet değiliz, târihte çok büyük işler yaptık. Her büyük millet gibi dostumuz az, düşmanımız çoktur. (…) Târihte asla kapatılmayan, asla kapatılmayacak dosyalar vardır. Bunlar büyük milletlerin, büyük kavgaların dosyalarıdır. Bu dosyaların en büyüğünü, en kalınını, en hacimlisini de bu coğrafyada açtık. Anadolu denen bu fırtınalı yüksek dağda…”3

Özetle Türkler çok fırtınalı bir millet. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarının mirasçısı… Türkiye; coğrafyası, târihî mîrası ve misyonu ile çok yüksek bir dağ… Sadece son iki bin yılda dört cihan imparatorluğunun başını yemiş bu coğrafyada fırtına eksik olur mu?

En az üç asır dünyânın birinci gücü olan, daha sonra da yıkılıncaya kadar büyük devlet olma özelliğini kesintisiz devam ettiren Türkiye’nin; Japonya gibi sanayileşmiş, Türk Dünyâsı ile bir trilyon dolarlık ihrâcatı olan, üç yüz milyonluk büyük Türkiye olmasını düşünmek çok mu zor? Böyle bir hedef için Japonlar gibi çalışmak imkânsız mı? Hâlâ bu hâin propagandalara ve insafsız saldırılara inanmaya ne diye devam edelim? Ecdâdımızı tanıyıp daha büyük işler yapmaya kendimizde güç bulduğumuz zaman bütün bunlar mümkün olacaktır. Dün gerçek olan bugün niye olmasın? Türk milleti, bunu madde-mânâ dengesini kurduğu, ülküsüne bağlandığı her dönemde başarmıştır. Bütün insanlığı hürriyet bayrağı altında toplamış, adâleti temel alan bir idâre ile yönetmiştir.

KAYNAKÇA

(1) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Tarihi. 11. Cilt. Ötüken Yayınevi. İstanbul. 1983.

(2) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Tarihi. 11. Cilt. Ötüken Yayınevi. İstanbul. 1983.

(3) Hocaoğlu, Durmuş. Devletçilik Bumerangı. Ufuk Yayınları. İstanbul. 2002. s. 48-49, 268, 282-283.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.