YOKLUK VE VARLIK DURAĞINDA ERENLİK VE ALPLİĞİN BİRLEŞMESİ
- Bölüm
Kutlu bir doğumun beklenildiği çağda düşmanların yuvalarından çıkması… Emanetin sahiplerinin bu yolla artması… Çetin bir mücadelenin getirdiği yeni bekleyişler… Türk’ün kutsal saydığı “yada” taşına verilen manevi değer… Yada taşının sembol anlamıyla İslam anlayışının birleştiği noktalar… Türklerin İslam medeniyetini tercih etmesinden korkan bir Çin hükümdarlığı…
İşte tüm bu özelliklerin verildiği “Yesili Hoca Ahmed” üçlemesi ilki olan Sesler ve Işıklar’ın beşinci bölümünde bulunmaktayız. İnce eleyip sık dokuma gayretinde olmamızın sebebi hem yazarın kurgusunu incelemek hem de Türk-İslam tasavvurunun yenilmez kahramanları olan Alperenleri iyiden iyiye anlamak ve anlamlandırabilmektir. Yazı serimizin başından beri bahsettiğimiz “emanet” kavramı da dahil olmak üzere, bu anlayışın şimdiki nesiller için de farklı bir dönüm noktası doğurabilmesi temennisi içerisindeyiz.
Bir Türk şöleni olmakta ve Korkut Ata’nın temsili olarak Kopuzcu’nun sözleri Türk’ün aynı zamanda “zaman” kavramına bakışını bizlere şu ifadelerle göstermektedir: Geçmiş, geçmiş gibi görünse de yani bu, az önce size kopuz çalıp dil döküp anlattıklarımın tümü birden geçmiş zamanın ışıltıları olsa da ne derler?.. Gün bugündür, zaman bu zamandır şimdi. Nasıl bugünü dün getirdi ise, yarını da yani geleceği de bugün getirecektir.
Kanturalıoğlu Arslan Baba’nın hem dost hem de düşman tarafından arandığını anlatan bu bölüm; arkada yaşanılan sahneleri, Türk kültürü ve anlayışı açısından derinlemesine vermiştir. Böylece okuyucu olarak bizler, Arslan Baba’nın önemini zihinlerde daha net bir hale getirmiş oluyoruz. Bir emanetçinin önemi tam da kitabın bu bölümünde karşımıza çıkıyor. Türk’ün İslamiyet’e geçiş evresinde yaşanılan çalkantılı olayların netliğini bir kere daha iliklerimize kadar hissedebiliyoruz. Zannedildiği gibi kolay bir geçiş olmadığını da elbette. Kolay olamadığına dair ifadeleri ise şu sitemli tavır göstermiştir:
Bu kaçıncı savaştı, bu kaçıncı yeniş ya da yenilişti, bu kaçıncı yok oluştu? Yılda birkaç kere bu ırmak, bu Talas Suyu yukarı düzlüklerin oralarda ya iki Türk boyunun birbirini kırması sonucu kana boyanır; ya Arap’ın ya İranlıların baskınından börkler; Talas’ı karşı kıyıya geçip kurtulamayanların giydikleri ve sık sık ölü bedenler suyun sürüklenişinde buralara gelir, buralardan giderdi.
Yazarın da kullandığı bir tabire göre bu yazıklanma, elbette boşa değildi. Ve Türk ahlakına göre ilk önce düşmana değil benliğine karşı bir hüzünlenme idi. Hatayı kendinde görebilme cehdine sahip olabilmekti. Yine yazarın kullandığı güçlü ifade olan göynütmek yani incinmek anlamına gelen ifade ile kusurun ana kaynağını kendimize çevirmeyi ise kahramanların iç sesi olarak şöyle ifade eder: Fakat bunlar değil beni göynüten… Talas ırmağı yine yukarılardan bir alay börk, sürüyle potur, cepken sürükledi getirdi. Demek Oğuz soyundan bir Boy’a daha kıydılar; ya da iki Oğuz boyu birbirine düştü, birbirlerini karşılıklı kırdılar. Yazık, İran’ın yorulmasına gerek kalmayacak, Arap’ın acımasız emirlerine hiç gerek kalmayacak, Türk, Türk’ü bitirecek bu yanda. Urum ülkesine kadar tutunalım derken, burada yok olmak mı gelecek başımıza? Bilemiyorum.
Benliğin bir çatlaktan mutlaka gireceğini ve Türk’ün anlayışına göre yeryüzünde boşluk diye bir şeyin olmadığını dile getiren bu anlayış, ezeli sıkıntılarımızdan biri olmuş ve zaman kavramına vermiş olduğumuz manayı da ne yazık ki sarsmıştır. Tam da burada dikkatlice düşündüğümüz zaman, Alperenlik kimliğine bir yeni anlam daha katmış oluruz. Bu anlam ise Alperenliğin tek başına İslamiyet’i yaymak değil aynı zamanda içerideki düzenin de bozulmasına engel olmasıdır. Hem içeride hem de dışarıda çetin bir mücadelenin izlerini görmekteyiz. Alperenlik kimliğine sahip kimselerin “serdengeçenler” olarak da bilinmesi, bu zorlu mücadelenin bir tarifi olsa gerektir.
Gözü açık, halkın dertleriyle hemhal olan Kopuzcu adlı karakter ise Alperenlik kimliğinin bir başka yönüyle gösterilmesi açısından önem arz etmektedir. Kopuzcu’nun, uzun yıllar Türk topraklarında yaşamış, gelin olarak gelmiş meşhur bir Çinli kadınla karşılaşması; emanet kavramının seyrini de çeşitlendirmektedir.
Bir gün Kopuzcu’ya haber salarlar. Haber ise Çinli Şaman olarak bilinen bu kadının onu yanına çağırmasıdır. Uzun uzadıya konuşurlar. Konuşma esnasında yüz yaşını geçmiş olan bu yaşlı kadın, ona yada taşını verir. Son zamanlarında bir Alperenle tanışıp Türklüğü kavramış ve bu emaneti Kopuzcu’ya vermeyi layık görmüştür. Kurguya göre, bu bölümde az önce de belirttiğimiz üzere Alperenlik kimliğinin içeride bozulan düzeni sağlaması ve fitnenin en büyük mücadelecisi olması açısından önem gösterir. Yıllar içerisinde, tarihin neredeyse hemen her yanında düşmanın bizi bizden daha iyi tanıdığına bir misal olarak Çinli Şaman kadın, Türk diyarına gelmeden önce babasının Türkler hakkında söylediklerini Kopuzcu’ya şöyle aktarır: Türkler, dıştan bakılınca hep beraber gibi görünürler ise de içten birbirlerine karşı düşmanlık hissi beslerler, biri ötekini çekemez, bir başkasının yükselmesinden rahatsızlık duyar. Bu duyguları, hırsları daha doğrusu, beslenir ise ve körüklenir ise bir de kardeş kardeş ile savaşmaktan çekinmez de kaçınmaz da! Bunun için güçlüler arasında ayrılık, aykırılık tohumları ekilmelidir; zayıflar ya da ezilmişler güçlülere karşı birleştirilerek harekete geçirilmelidir. Böyle yapılır ise Çin’in başı ağrımaz. Bunu yapacak olan da sensin, bir tek sensin, yalnız ve sadece sensin kızım!
Yine Alperenlik kimliği üzerinden ilerlerken Çinli Şaman’ın Yadacı Yolay adlı karakter sayesinde Müslüman olması ve Türk’ü zihninde anlamlandırmasında yardımcı olan bu kişi Alperenleri şöyle aktarmaktadır “Bizim Türklerde Alpler vardır, Erenler vardır, Alperenler vardır. Satuk Buğra Han’dan sonra İslam dini yolunda bizim buralarda, bir Alperen; güvenilir, bir yüzü yüreğinde bakan gözleri var idi. Allah insanı en güzel biçimde yarattı. Her türlü beden ve ruh yapısını nimetlerle, hikmetlerle donattı, bütün yaratılmışların üstünü kıldı. Hesap gününde başarılı olması, yüz aklığıyla çıkması, ahiretin sonsuz hayatında mutlu yaşayabilmesi için sınama yeri olan bu dünyaya özellikle gönderilen tek yaratık diye bilinsin istedi… İnsan, üstün yaratıldığını bilmenin sarhoşluğunu yaşar bazen. Kendini tanrı sanar, tanrı yerine koyar. Halbuki kişiliğinden sıyrılabilse, benliğinden yani, her yerde ve her şeyde Tanrı’yı görecektir; sonunda gördüğü şeyin yine kendisi olduğunu anlayacaktır. Bu, aşktır aslında. Tanrı, bir tükenmez aşktır!” diye bahsederken aslında daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz yine Alperenlik kimliğinin en önemli vasıflarından biri olan akıl ile gönlü bir arada muhafaza edebilme özelliğini de şu sözlerle tarif ederek devam eder:
Tanrı yolculuğuna çıkan kişi yokluk durağına erişebilmeli ki tadını tadabile yolculuğunun. Yok olma durağında o tada erebilen herkes göreceli varlığını da yok bilir, yok olmuş görür. Kalım, yani sonsuz var olma durağında ise göreceli varlığını Tanrı ile var bileceksin, lakin bu oluşa eriştiğin an, Tanrı olmuşsun demek değildir. Arada ince, ipince bir ayrım bir perde vardır. Her şey akılda bitmez Gömçe Gelin bacı (Çinli Şaman kadın). Akıl belki bir başlangıç, bir son değil. Son, yürektedir, gönülde! Gönül gözüyle baktığında insan ve Tanrı…
Bu ifadelerden yeni anlamlandırmalara bir tane daha ekleyebiliriz. Varlık sınıflandırması açısından değil fakat zihni yönden anlamlandırma açısından bahsedecek olursak alp ve erenlik kavramları için yazı serimizin başından bu satırlara kadar geldiğimiz süre zarfında; alplık daha çok insanın akıl süzgecinin baskın çalıştığı, erenlik ise manevi yönünün yani gönül süzgecinin daha baskın çalıştığını, böylelikle ikisinin birleşimi olan Alperenlik ifadesi de her ikisinin bir düzen ve dengede çalışıyor olması şeklinde karşımıza çıkabilmektedir. Bu anlamlandırmayı temellendirecek olan ifade de yine bu bölümde Alperenlik kimliğini taşıyan Yadacı Yolay’ın şu sözleri olmuştur:
İnsan, tutkularının yenik düşmez sandığı yaradılıştan gelme düşkünlüklerini yenebilir ise “Eren” olur; insana yönelik kötülükleri yener, kötülerin tuzağını bozarsa “Alp” olur. Senin anlayacağın insan, öz ruhu olmayan aynadaki akisler gibidir. Akis isen, görünensin!
İşte bu ifadeler göstermektedir ki Erenlik kişinin içinde verdiği nefsine karşı bir mücadele ve bu mücadelenin temel kaynağı gönül sahibi olabilmek, Alplik ise kişinin dışarıdan gelen düşmana karşı akıl temelli savunabilme yeteneği ile ilgilidir, bu yönüyle de alperenlik kavramı insandaki dengenin gücüdür ve onun yansımasıdır, denilebilir. Biraz daha geniş bir pencereden bakacak olursak Alperenlik cehdine sahip olan bir kimse, hem milletinin kendi içindeki kavgalarını, nefsi sıkıntılarını aşmasında en başta rol alan kimse hem de dışarıdan gelen tehditleri savurabilmek açısından bir kalkan görevinde olandır.
Yazımıza devam ederken Alperenlik kimliğine sahip olan bir kimsenin aynı zamanda medeniyet anlayışının da izlerini “Türk-İslam” şuuru çerçevesinde yine kahramanın ağzından şu ifadelerle görebiliriz:
Şunu da bil öyleyse. İslam dininde yada taşının yeri yoktur. O, kendi yada taşı simgeleriyle gelecektir. Hayır diyemeyiz; gelmesin diyemeyiz. Madem bir güneşten bir güneşe geçiyoruz, eski güneşin ateşini ayak altına almadan yeni güneşin ateşi ile güçlenmenin yollarını aramamız gerekir.
Kitaptaki kurguya göre, bu sözleri işiten Çinli Şaman, Türk’ü ve Türk’ün Alperenlik kimliğini çok net anlayarak bu sembolik yada taşını Türkmen olan Kopuzcu’ya vermeyi layık görür. Artık iki emanetçi vardır. Ve Kopuzcu’nun en önemli vazifesi, yada taşını Kanturalıoğlu Arslan Baba’ya teslim etmektir.
Hoca Ahmed Yesevi, henüz doğmadan düşmanlarının türediği, onu korumanın ve ona saldırmanın planlarının yapıldığı bir dönemi anlatan bu bölümde artık herkes tarafından doğumu yakın olan bir zaman işlenmiştir. Türk atalarının sözleriyle süslenerek verilen müjde ile yazımızın sonuna gelmiş bulunuyoruz:
Kul sözü beğe dua, kuzgun sözü Tanrı’ya yalvarıdır; üstte Tanrı işitir hepsini de. Çok olan korkutur, derin olan öldürür. Kutsuz kuyuya girse kum yağar üstüne, velakin ağılda oğlak doğsa derede otu büyür. Tanrı akdoğan kuşları için tavşan yaratır… bunları boşuna mı demişler?.. Demek ki bir beklenilen vardır, gelecektir, hem de yakında! Benim sizlere en taze haberim de budur!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.