Bu yazıya başlık düşünüyordum. “Öze Dönüş”, “Türk’ün Kendine Dönmesi” vb. tekrar olacaktı. Yeni Ufuk’un 2023 Aralık sayısında Sayın Özcan Yeniçeri’nin yazısını okuyunca “Yeniden Türkleşmek”i seçtim. İşte, tekrar ve şimdi lazım.
Alman politikacı Straus, Çin Lideri Mao’yu ziyaret etmektedir. Mao, “Batıda siz, doğuda biz. İş birliği yaparsak medeniyet makasını değiştirir, insanlığı huzur ve refaha kavuştururuz.” der. O sırada Fransa Cumhurbaşkanı Charles De Gaulle, Quebec (Kanada) ziyaretindedir. Gazeteciler Mao’nun sözlerini aktardıktan sonra “Siz ne dersiniz?” diye sorarlar. De Gaulle önce cevap vermez. Gazeteciler ısrar edince şöyle söyler: “Medeniyet makası o şekilde değişmez. Başı Belgrad’da, ayakları Çin Seddi’nde olan beden idrake kavuşursa değişir.” yani Türk dünyası idrake kavuşunca…
Charles De Gaulle gibi birinin söylediği bu söz okunup geçilemez. Onun üzerinde durmak, düşünmek, şarttır. Bir kere De Gaulle bütün Fransa tarihinin en büyük birkaç devlet adamından biridir. Dâhi denebilecek zekâya sahip, Fransa sevgisi ile dolu, lider doğmuş, eşi görülmemiş kudrette hatip, fikr-i takip sahibi, sıra dışı bir şahsiyettir. Fransa tarih, dil ve edebiyatını derinlemesine bilen bir entelektüeldir. Çok sağlam ve üsluplu bir sanat dili ile kaleme aldığı tarih kitaplarının ve hatıraların yazarıdır. Tam bir Fransız milliyetçisi olan De Gaulle, eğitim ve kültürde Fransızlığa çok büyük önem veren bir devlet adamıdır. Referandumda istediği neticeyi alamamasını milletin güvensizliği şeklinde yorumlayıp üç yıl daha cumhurbaşkanlığı yapma hakkı varken istifa etmesini bilen kişidir. Bu Kanada ziyaretinde Quebec eyaletinin Kanada’dan ayrılarak bir Fransız devleti teşkil etmesi gerektiğini söylemekten çekinmeyen, bu sayede bir Fransız’a uzun zaman Kanada başbakanlığı yolunu açan biridir. Konuyu uzatmamın sebebi söylediği o sözün önemini ve büyüklüğünü belirtmek istediğim kadar gerçek devlet adamının tanınmasını da arzu etmemdir. Bir cümlesi ile bir Fransız’ı uzun süre Kanada başbakanlığında tutan birinin önemsenmemesi mümkün mü? Bugünkü Fransa’nın ve Avrupa’nın politikası ve yapılanmasında büyük rol sahibi olan De Gaulle’u tanımakta fayda var.
Türk dünyasının o idrake kavuşması için yapmamız gerekenlere kuvvetli bir ışık tutacak başka bir alıntıya daha ihtiyacım var. 16 Ekim 2003 tarihli The Economist’te çıkan İmparatorlukların Gölgesi’ndeki AB adlı bir değerlendirme yazısı şöyle: Avrupa’yı gerçekte birleştiren şey imparatorlukların soluk hatıralarıdır. Avrupa Komisyonu üyesi Fransız Paskal Lamy‘e eskiden büyük birer dünya gücü olduklarını hatırlayan, bu konuma da tesadüfen gelmediklerine inanan ve hâlâ hususi niteliklere sahip olduklarının kabul edilmesi gereken bazı ülkelerin var olduğu gerçeğini teslim etmeliyiz: Fransa, Britanya, İspanya, Polonya… AB’yle ilgili dikkate değer başka bir husus; yakında sayısı yirmi beşe çıkacak olan AB’nin hâlihazırdaki on beş üyesinin çoğunun daha önce büyük bir dünya ya da en azından bir kıta gücü oluşudur. Daha önce büyük günler yaşadıklarına dair paylaşılan hissiyat bugün AB üyeleri arasında büyük bir psikolojik bağ oluşturmaktadır. Fransa Napolyon’un, Britanya ve İspanya da imparatorluklarının hatıralarına sahiptir. Yunanlar, Avrupa medeniyetinin beşiği olma gururuna sahip çıkıyorlar. İtalyanlar, Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olmayı arzuluyorlar. Macarlar, I. Dünya Savaşı sonunda parçalanıncaya kadar ülkelerinin şimdikinden üç misli büyük olduğunu biliyorlar. Polonyalılar ve Litvanyalılar Orta Çağ’da Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanan müşterek imparatorluklarını hatırlıyorlar ve Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlı İmparatorluğu’nu hatırlayabilecek Türkleri bekleyin.
Alıntının tuttuğu kuvvetli ışıkta ne göründü? İlk görünen, birleşip büyük güç olmaktır. Daha sonra görülen, vaktiyle yaşanmış büyük günleri hatırlayıp o günlerin sevinç ve gururunu paylaşmaktır. Bu hissiyat aynı zamanda bir araya gelmenin psikolojik bağıdır. Büyük günler, zaferler unutulmamıştır. Gönüllerde hatıraları yaşamaktadır. Sahip çıktıkları bu hatıralar soluk da olsa Avrupa’yı birleştiren asıl bağdır. Kendilerini hakkıyla büyük dünya gücü yapan hususi niteliklerinin hâlâ var olduğu inancı onların muharrik gücü olmaya devam ediyor. En son dile getirilen gerçek ise Türklerin, kendi imparatorluklarını unuttukları. Hatırlayabildikleri takdirde Türkleri beklemek… Evet, eşsiz zaferlerimizi ve büyük acılarımızı unuttuğumuz, unutmamak için, unutturmamak için gerekenleri yapmadığımız biliniyor. Bunu söyleyen birçok Avrupalı büyük adam var. Mesela Montesquieu bunlardan biridir. Hem dediklerimize destek hem de geçmişimizin ihtişamını hatırlayıp paylaşmak için onun şu satırlarını okuyalım: Bütün milletler içinde gerek ihtişam gerek fütuhat azameti itibarıyla Türkleri geçebilecek millet olamaz. Bu millet cihanın hakiki hakimidir. (…) Bu muazzam milletin eksik tek tarafı sadece bu kadar azamet ve ihtişamının hatıralarını tebcil edecek tarih yazarları yetiştirmemiş olmasıdır. Bu yaman, muharip millet, mazideki fütuhatın pembe hayali ile istikbale bakmayı hatırına bile getirememektedir.
Şu satırlar da merhum Mehmed Niyazi’den:
Gazi Osman Paşa’dan sonra Plevne’nin iki büyük kahramanı var: Yunus Bey ve Skobelev. Skobelev’in pek çok yerde heykeli var. Hakkında ciltlerle kitap yazıldı, filmler çevrildi. Onu beş defa perişan eden Yunus Bey’i kim biliyor? Yunus Bey’in hatırasını yaşatmak için ne yaptık? Yanlış mı bunlar? Montesquieu ve benzerleri haklı. Zira onlar sosyal bilimleri iyi talim ettikleri için büyük milletlerin hayat ve kaderlerini iyi bilirler.
Biz farkında olmasak da onlar, Türk milletinin büyük bir millet olduğunu şuurundadırlar. Onun bir gün yeniden azametli günlerine döneceğini bekliyorlar. Bizim durumumuz da meydanda. En çok sahip çıktığımız, marşları halka mal olmuş, yürüyüşlere bile uyarlanmış Plevne’nin idrakinden yoksunuz. Kahramanlarımıza muamelemiz bu: Unutmak. Daha ne demeli? Unutulur mu o zaferler? Unutulur mu Rumeli’den “göç”ün acıları? Unutursak nasıl kahramanlık şiiri yazılır?
Türk tarihi denilen kahramanlık şiirini
Yeniden yazmak için harcayacağın kandır
Mısraları içinde en güzel ve en derini
Batıda “Niğbolu”, doğuda “Çaldıran”dır
Türk tarihinin, ordusunun ve bütün imparatorluk hanedanlarının kurucusu Mete Han, Türk dünyasının yabancısı mıdır? Mete’nin üstün teşkilat dehası ile Hazar’la Japon Denizi ve Himalayalarla Sibirya arasında bütün Türkleri bir araya getirdiği bilinmiyor mu? En önemli ve en büyük Türk destanı olan Oğuz Kağan Destanı, “Türk Cihan Hâkimiyeti Ülküsü”nün eşsiz kaynağı değil mi? Türkler bu destandaki gibi Yüce Tanrı’ya borcumu ödedim, diyebilmek için kıtaları okyanusları aşmadı mı? Teşkilat dehasına sahip bir kurucunun torunları, bir olmak varken bölünmeye razı olamazlar. Dağılmanın bölük pörçük olmanın gerekçesi yok. Böyle bir durum Endülüs’e benzemektir. Sonu da Allah korusun, ona benzer. O halde Türk dünyası mazideki bu muhteşem imparatorluğun pembe hayali ile istikbale ümitle bakmalıdır. O zaman görecektir ki manevi dünyası da muhteşemdir. Çünkü dini en son din İslam, mezhebi İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezhebidir. Tabiun’dan, takvası derin, akidesi kuvvetli, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük hukuk âlimi. Kısacası İmam-ı Azam yani en büyük. Onun özü sözü birdi. Yani ilmiyle amil. “Bal yeme” diyebilmek için kırk gün bekleyen imam. İtikat imamı ise Maturidi’dir. Nakilden ziyade akla yer veren, aklı öne çıkaran İmam. “Cenab-ı Hak bizzat kullarını düşünmeye çağırmakta, tefekkürü emretmektedir.” diyen biri.
Bütün Türklerin manevi atası da Hanefi ve Maturidi düşüncesini irfanla yoğurmuş, herkesin anlayabileceği şekle getirmiştir. O, Hoca Ahmet Yesevi’dir. Altmış üç yaşından sonra “Peygamber’in görmediği ışığı ben de görmem!” diyerek toprak altında inzivaya çekilen peygamber aşığı… Çok iyi Farsça bildiği halde dünya Türk’ü anlasın ve onun dinini öğrensin diye hikmetlerini sade Türkçe söyleyen Hoca… Türkçeyi kendisine dava edinmiş, Ali Şir Nevai’nin “Pir-i Türk” dediği şahsiyet… Kaynağından beslendiği iman ve ahlakı aktarabildiği içindir ki Türk, asırlarca İslam’ın bayraktarı, kılıç ve kalkanı olmuştur. Bu sayede ortaya Müslüman Türk çıkmıştır. Bu Müslüman Türk’ün şahsında Avrupalı muhayyilesinde Türk ve İslam birbirine eş mevhumlar olarak yaşamıştır. İhtida eden bir Hristiyan’a “Müslüman oldu” yerine “Türk oldu” denmesi bundandır. Dillere destan yüksek ahlakımızın, Cenab-ı Allah’ın hala Türk’ü koruyor ve ona yardım ediyor olmasının hikmeti budur. Zira “Allah Türk’ü sever, Türk de onu sever.”
Ey Türk dünyası! M.Ö. 36’da Çiçi Yabgu’nun şu sözünde “Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacaktır. Yalnız bu şöhret, çocuklarımızı ve torunlarımızı diğer kavimlerin efendisi kılacaktır.” belirttiği gibi kahramanlığını korumaya, yüksek ahlakınla yaşamaya, şahsi ve bencil olmamaya, Allah’ın dinine aynı azimle sahip çıkmaya ve onu sevmeye devam ettiğin sürece istikbale ümitle bakabilirsin.
Ziya Gökalp’ın dediği gibi
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı
Türk’üm, bu at her ünvandan üstündür
Yoktur Özbek, Nogay, Kırgız, Kazanlı
Türk milleti bir bölünmez bütündür.
2024-02-26
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.