Ne hazindir ki düşmanlarımızın yapamadıkları tahribatı bizim içimizdeki gafiller ve aldatılmışlar yapmaktadır. Bu yüzdendir ki Türkiye Türklüğünün dilini yıkmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek, yabancı emellere hizmet etmektedirler.
-Necmettin Hacıeminoğlu
Ana dil, milletin varlığını koruyan ve onu yaşatan yegâne unsurdur. Nesillerin birbirini tanıyarak yine birbirlerinden güç almasını sağlayan dilimiz, ancak muhafaza edildiğinde doğal gelişimini sürdürebilir. Bu doğal gelişime müdahale edildiğinde dil rayından çıkar ve nesiller arasında kopukluk kaçınılmaz olur. Bunun için geçmişin mirasını omuzlarına alarak ileriye taşıyacak olanlar, temel bir vazifeyi üstlenmek durumundadırlar. Bu vazife ancak millet olma şuurunun getirdiği sorumlulukla birleştiğinde dışarıdan gelecek olan tehditler bertaraf edilebilir.
Tarih bize göstermiştir ki milletlerin kurduğu devletler yıkılabilir fakat o millet dilini muhafaza edip kendini var eden kültür dairesinden çıkmadığı sürece tekrar ayağa kalkabilir. Dil; bir milletin hafızası olduğu için muhafaza edilmesi en güç ve milletler üzerinde bozulmasına yönelik uygulanabilecek temel bir silahtır.
Türk milleti, akıl ve gönül süzgecinden geçerek günümüze kadar getirmiş olduğu kendi dilini ve dilinin önemini hiçbir milletle kıyas etmemelidir. Çünkü dünya üzerinden hiçbir millet yoktur ki yeryüzünün üçte birinde devletler kurmuş ve fethettiği toprakları “vatan” yapmış olsun. Birbirleriyle yakın temasa geçilemeyen tarihlerde bile bizi birbirimize bağlayan dilimizdi. Divan-ı Lügat’it Türk’ün yazımında uzun yıllar çeşitli coğrafyaları gezen Kaşgarlı Mahmud; eğer muhafaza edemediğimiz bir dil olsaydı tabiri caizse Türk’ün o dönemde yaşadığı her toprakta Alp Er Tunga’nın ağıtına rastlamazdı. Dolayısıyla birbiriyle zenginlik açısından değişkenlik gösteren kültür unsurlarına da temas edemez ve dünyaya Türk dilinin üstünlüğünü kanıtlayamazdı. Bu sebepten dil üzerinde açılmak istenen savaşlar, mümkün olan odur ki dünya üzerinde ilk önce Türk’e karşı başlatılmıştır. Dünyaya yayılan Türkler arasındaki bağın en temeli dil olduğu için Türk’ün varlığını yok etmek isteyenler, işe ilk önce bu bağları koparmaktan başlamıştır. Her dönemde olduğu gibi bir aydın çıkarak milliyetçiliğinin gereği olarak uyanık olmuş ve milletini de uyanık olmaya davet etmiştir. Bizi Ziya Gökalp’a, Dede Korkut’a, Yunus Emre’ye, Oğuz Kağan’a götüren bu bağlar olmuştur.
Bu yazımızda kendi çağında ses olan, milletinin derdiyle dertlenen, millî kültüre, dile nasıl sahip çıkılması gerektiğini mücadeleci tavrıyla yaşamında bizlere gösteren, kıymetli büyüğümüz Necmettin Hacıeminoğlu’nu ve onun hayatıyla birlikte dil konusunda göstermiş olduğu mücadeleyi, sorunları ve sorunların çözümünden bahsetmeye çalışacağız.
Hayatı ve Fikirlerine Dair
10 Kasım 1932’de Kahramanmaraş’ta doğan Necmettin Hacıeminoğlu, aslen Malatya Darendeli’nin Aşudu köyündendir. Babasının tüccar olması sebebiyle bir süre Maraş’ta yaşamışlardır. Kendisi, henüz 1 yaşındayken babasını kaybetmiştir. Bu vefattan sonra ailesi ile Aşudu köyüne dönmüş, dedelerinden kalan bir bahçenin geliriyle uzun yıllar geçim mücadelesi vermişlerdir.
Memleketinde kaldığı yıllar içerisinde kışın okula gitmiş, yazın ise kuzu çobanlığı yaparak ailesine destek olmuştur. İlkokulu köyde bitirdikten sonra Darende’deki ortaokula kaydolan Necmettin Hacıeminoğlu, okula gidişiyle ilgili zorluktan şöyle bahsetmiştir:
Benim köyüm ile ortaokulun bulunduğu kasabanın arası yedi kilometrelik bir mesafeydi. Ben -çok soğuk ve karlı günler hariç- bu yedi kilometrelik yolu sabah akşam yürürdüm.
İlkokulu Aşude köyünde, ortaokulun ilk yılını Darende’de, diğer yıllarını ise Osmaniye’de tamamlayan Hacıeminoğlu; her Türk evladının yetişme usulünde olması gerektiği gibi muhafazakâr, millî gelenek ve töresine bağlı bir aile ve çevrede büyümüştür.
Hacıeminoğlu’nun çocukluğu; onu, Türk aydını olması yolunda hazırlamıştır. Kendisi de bu durumu destekleyerek çocukluğunun nasıl geçtiğini şöyle ifade eder: “Kış geceleri odamızda Mevlit, Muhammediye, Ahmediye, Battal Gazi Destanı, Siyer-i Nebi, Kerbela vakasını anlatan Maktel Hüseyin okunur; Dede Korkut, Aşık Garib, Köroğlu, Sürmeli Bey, Kerem ile Aslı hikayeleri anlatılır ve Y. Emre ilahileri söylenirdi. Kulaklarım millî kültür ve edebiyat ile ta o zamanlardan dolmuştur.”
Lise yıllarını parasız yatılı olarak kayıt yaptırdığı Adana Erkek Lisesinde tamamlayan Hacıeminoğlu, lisenin üçüncü sınıfına gelene kadar ailesi ve çevresinden gördükleri, okuduklarıyla donanımlı hale gelmiştir. Bu birikim ve donanımla birlikte kazandığı şuuru çok sevdiği edebiyat hocasına sonra da abilerinin kendisi üzerindeki emeklerine bağlamıştır.
Millî şuur açısından ne kadar güçlü olsa da dönemin eğitim anlayışının Hasan Ali Yücel kontrolünde olması ve eğitim sisteminin Batı’ya dönük olması onun zihnini kendi ifadeleriyle “üniversite üçüncü sınıfa kadar kurcalayıp” durmuştur. Bu zorlu süreci ise kendisi şöyle aktarır:
Ziya Gökalp’ı, Ömer Seyfettin’i, Remzi Oğuz’u, Peyami Safa ve Nihal Atsız’ı okumaya başladım. Onların fikirlerini benimsedim. Ne var ki bir yandan bunlar olurken, bir yandan da Hasan Ali Yücel zihniyetinin çarkları dönüyordu. Bu yüzden aşırı bir Batı hayranlığı, lüzumsuz bir Osmanlı düşmanlığı ve yobazlık derecesine varan inkılapçılık da beni kıskaçları arasına almıştı… Okul, ta altı yaşımdan beri, bana bunları telkin etmişti. Ayrıca da o yıllarda neşredilmeye başlanan birtakım dergilerin tesiriyle “Öz Türkçecilik” hastalığına tutulmuştum. Böylece tezatlar içinde yüzüyordum. Öyle ki hem Gökalp’i ve Akif’i hem de Nurullah Ataç ve Falih Rıfkı’yı seviyordum. Gökalp ile Akif’in de neden tıpa tıp Falih Rıfkı yahut Ataç gibi düşünüp yazmadıklarına üzülüyordum. Remzi Oğuz, Peyami Safa ve Atsız’ın Behçet Kemal derecesinde birer inkılap softası olmayışlarını affedemiyordum. Bu durum üniversite talebeliğimin üçüncü sınıfına kadar devam etti.
Bu yakınma, Milliyetçi Hareket’in içinde bulunduğu zamanlarda bir reçeteyle karşılığını bulacak ve gerek kendi yaşadığı eğitim gerekse de nesillerin sürüklendiği eğitim sistemine karşı çıkıp çözümlerle birlikte Milliyetçi Eğitim Sistemi’ni var edecektir.
1954 yılında liseden mezun olan Hacıeminoğlu, aynı yıl içerisinde İstanbul’da Çapa Yüksek Öğretmen Okulunu kazanıp eğitimine devam etmiştir. 1960 yılında Edebiyat Fakültesi Türk Dili Kürsüsüne asistan olduktan sonra öğretim üyesi olarak devam etmiş, sonrasında Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünün kurucusu olmuştur.
Fakülteye yüksek bir donanımla giren, hayatı boyunca M. Akif Ersoy’a ayrı bir hayranlığı olan ve Safahat’ın yarısını ezbere bilen Hacıeminoğlu, kısa sürede hocaların dikkatini çekmiştir. Öğrencilik yıllarında, fakülte hocalarından olan Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof. Mehmet Kaplan, Nihad Sami Banarlı’nın konferanslarına sıklıkla katılan, çeşitli münakaşalara giren hatta kendi ifadesiyle hocaları “Öztürkçeciliğe ve devrimbazlığa” zorlayan Hacıeminoğlu; bir gün, bir kitapla artık eski Necmettin Hacıeminoğlu olmadığını ise şöyle vurgulamıştır:
Bir gün Prof. Mehmet Kaplan bana rahmetli Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın Kültür Değişmeleri adlı kitabını okumamı, ondan sonra bazı meseleler üzerinde düşünmemi tavsiye etti. Ben de hemen oturup o kitabı dikkatle okudum. Önce bazı kısımlarını anlayamamıştım. Tekrar okudum. Ve o güne kadar inanıp bağlandığım birçok değerler bir anda yıkılıverdi. Taassubun yerini müsamaha, körü körüne inancın yerini de ilmi şüphe ve muhakeme almıştı. Artık Tanzimat’tan beri yapılagelen ıslahat hareketlerinin tamamen yüzeyde kalmış birer şekli değişiklikten ibaret olduğunu ve milletimize faydadan çok zarar verdiğini anlamıştım.
1958 yılında yaşadığı bu fikrî değişim, bahsettiği üzere Necmettin Hacıeminoğlu’na yüksek ilmî değerler ve muhakeme kazandırmıştır. Milliyetçi Hareket’e 1965 yılında katılan Hacıeminoğlu, 1958’den 1965’e kadar geçen sürede, Ziya Gökalp’tan Peyami Safa’ya kadar bütün milliyetçi fikir adamlarımızı yeni baştan okuyarak benimsemiştir. Sonrasında ise mücadelesi; milletinin menfaati üzerine tepeden inme bütün reformları reddederek, millî kültür ve töreye millî tarih şuuruyla birlikte gelenek ve göreneklere dönülmesi gerektiğine inanarak, kendi deyimiyle “Batı hayranlığı ve taklitçiliğine lanetler okuyarak” sürmüştür.
Yine aynı yıllar arasında vermiş olduğu mücadele, özellikle uydurmacaların aleyhine yazılar kaleme alarak olmuştur. Bu yazılarını da Türkçenin Karanlık Günleri adlı kitapta toplamıştır. Bu eserinde dilin millet için öneminin detaylarını vermiş, bununla beraber dile yapılan saldırılara da değinerek milletini bu konuda uyarmıştır.
Kültür hayatının yozlaşması, cemiyet hayatlarının parçalanmaları üzerine son derece mustarip olan Necmettin Hacıeminoğlu, dağılışın ana sebeplerini Batı medeniyeti karşısında aşağılık duygusuna kapılan aydınlarda aramıştır. Yazılarında bu tip aydınları sıklıkla tenkit etmiştir. Çözümü ise milletin öz değerlerinde bulmuş ve daima bunu savunmuştur. Bu konulara yönelik olarak Milliyetçilik, Ülkücülük, Aydınlar kitabında yeni nesillerin yetişmesi açısından eğitime ışık tutmuş, öğrencilerini de bu hassasiyetle yetiştirmiştir.
1970’li yıllara gelindiğinde Türkiye’nin yalnızca dil sorunu değil birçok alanda sorunları baş göstermiş ve devlet, yıkılma tehditleriyle karşı karşıya kalmıştır. Hacıeminoğlu bu dönemde daha çok memleketin sorunları üzerine eğilmiştir. Böylece, mücadele yıllarında eskiye nazaran dil konusuna ve yazmış olduğu hikâyelere fazla ağırlık verememiştir. Bu durumu, kendisine sorulan bir soruda şöyle cevaplandırmıştır:
… Son yıllarda hikâye yazmaya imkân bulamıyorum. Buna mâni olan da Milliyetçi Hareket cephesindeki mücadelemizdir. Tam bir savaş içindeyiz. Tabi ki savaş yapan insanlar aynı anda sanatla meşgul olamazlar. Mesela hikâye yazmak için insanın belli bir müddet kendi içine kapanması, yalnız kendi duygu dünyası ile baş başa kalması gerekir. Bu da ancak dış dünyasının huzur ve sükûn içinde bulunmasına bağlıdır.
Mücadele ettiği dönemde ailesinin desteklerini her zaman hisseden Hacıeminoğlu, Yüksek Öğretmen Okulu’nda tanışıp evlendiği Meral Hanım ile mutlu bir evlilik yaşamış, Oytun adlı kızları dünyaya gelmiştir. Hayat boyu özellikle en büyük yardımcısının eşi olduğunu belirten Hacıeminoğlu gerek fikirleri gerekse de aile hayatıyla cemiyet içerisinde en güzel misallerden biri olmuştur. Bununla ilgili kendisiyle yapılan bir mülakatta şöyle aktarmıştır:
Eli silahlı kızıl eşkıya, fakültedeki odalarımızı kurşun yağmuruna tuttuğu zamanlarda bile eşim mücadelemize mâni olmadı. Fakülteye gitme, demedi. Birçokları gibi ‘memleketi sen mi kurtaracaksın? Vazgeç bu sevdadan’ demedi. Ölüme o da bizim gibi ve diğer arkadaşlarımızın eşleri gibi kendini hazırlamıştı.
Türk Dilinin Tarihî Seyrine Bir Bakış
Necmettin Hacıeminoğlu, çağının dil sorunlarına çözüm getirebilmek adına dilin tarihî seyrini gözler önüne sermiş ve böylece tarih içerisinde yapılan hatalara ayna tutmuştur.
- yüzyılda bütün kaideleriyle Türkçe, durmuş oturmuş vaziyettedir. 13. yüzyıldan itibaren Kaşgarlı Mahmud, Yunus Emre, Kadı Burhaneddin, Âşık Paşa gibi üstatlarla korunup geliştirilmiş özellikle Aşık Paşa’nın: “Türk diline kimesne bakmaz idi/Türklere her giz gönül akmaz idi/Türk dahi bilmez idi bu dilleri/İnce yolu ol ulu menzilleri” şikayetinden sonra Türkçedeki çeşitli arızalar bertaraf edilmiş ve Türkçe zafer yolunu tekrardan bulmuştur.
- yüzyılda üç dilin karması haline gelen Türkçe, yabancı dillerin etkisiyle 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürmeye çalışmıştır fakat Necmettin Hacıeminoğlu’na göre Türkçeyi, yalnız Anadolu halkı değil, saray ve medrese çevresi dışındaki İstanbul halkı da konuşamaz, anlamaz ve sevmezdi.
Hacıeminoğlu’na göre, Tanzimat Dönemi’ne kadar Osmanlı Türkçesi dar bir çevrede konuşulduğu için dile çok zarar vermemiştir. Osmanlı aydınlarının Türkçe karşılıkları olduğu halde Arapça ve Farsça kelimeleri tercih etmesi üzerine, Osmanlıların dil konusunda milliyetçiliği gütmediğini makul bularak şu yorumu yapmıştır: Bütün dünyaya hükmeden Osmanlının sâdece bir dilin milliyetçiliğini yapması da beklenemezdi.
Hacıeminoğlu’na göre tehlike, Tanzimat’tan sonra başlamıştır. 19. yüzyıla kadar konuşma dili ve yazı dili arasındaki uçurumu düzeltmeye çalışan bazı Türk aydınlarının girişimleri olsa da bu, istenilen başarıya ulaşamamıştır. Bu zaman dilimini kapsayan Türkçeyi Necmettin Hacıeminoğlu, “yaprak ve saman altında olan Türkçenin özü” olarak nitelendirmiştir. Bu öz ise 1908’den sonra kendisini göstermeye başlamış, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin’le tohum atılan Yeni Lisan hareketi Türkçenin üzerindeki yaprak ve samanları atmayı başarmıştır. Böylece Türkçe tabii olan şahsiyetini geri kazanmıştır.
Dönemin Tehdidi: Sadeleşme Maskesi Altındaki “Uydurmacılık”
Bir milletin düşünce sistemi olan dil, Necmettin Hacıeminoğlu’na göre, ortak millî ruhun, ortak millî dehânın yarattığı mükemmel ve ilâhî bir sistemdir. Bu yönüyle sistemin bozulmaya çalışılması demek, milletin fıtratıyla oynamak demektir ki nihayetinde bozulan dil; beraberinde bozulan düşünceyi getirecektir. Ona göre dili korumak, milletin izzeti nefsini korumakla eş değerdir.
Kendi döneminde Türkçede aslında var olmayan bir tehdidi tabiri caizse ısıtıp ısıtıp ortaya koymaya çalışan ve çözüm önerisi olarak da sadeleşme maskesi altında uydurmacılık yapan aydınlara, “Türkçenin artık bir sadeleşme davası yoktur. Bu mesele yarım asır önce kapanmıştır.” diyerek karşı çıkmıştır.
Hacıeminoğlu; dilde sadeleşme fikrinin yeteri kadar anlaşılmadığını, bilinçli bir şekilde yer yer dile yapılan tecavüzlere bir maske olduğunu düşünmektedir. Ona göre dil konusu üzerinde yapılan bütün cinayetler, bu maskenin altında gizlenmektedir.
Sadeleşmeyi ise şöyle tarif etmiştir:
Sadeleşme halka mal olmamış ve herkesçe anlaşılmayan Arapça ve Farsça kelimelerin atılıp onların yerine dilimizde yaşayan ve herkes tarafından anlaşılan Türkçe kelimelerin kullanılmasıdır. Mesela: “Hava tarikiyle gittim.” Yerine “Hava yoluyla gittim”, “İstanbul’dan mufarakat ettim” yerine “İstanbul’dan ayrıldım.”, “Ankara’ya muvasalat etti.” Yerine “Ankara’ya vardı.” demektir.
- yüzyıldan önce bu durumun tam tersi olduğunu, bu sunilik ve aşırılık karşısında Türk milliyetçisi aydınların gereken cevabı verdiğini yazılarının çoğunluğunda ifade eden Hacıeminoğlu, kendi döneminde aydın kisvesiyle ortaya çıkıp asırlar önce halledilmiş bir konunun altını deşmeye çalışanlar için şunları söylemiştir: “Yaşı altmışı geçmiş profesörler, otoritelerini çoktan kabul ettirmiş kalem sahipleri ve yıllanmış politikacılar, bilgisizliğin beslediği şuursuz bir özenti içinde, bu akıma kapılmaktadırlar.”
Dile devamlı bir şekilde müdahale etmenin gerekli olduğuna inanan aydın takımının kendi içlerinde çeliştiğini vurgulamaktan çekinmeyen Hacıeminoğlu, bu aydınların “Efendim, biz sadeleşmeye karşı değiliz. Türkçe elbette yabancı unsurlardan arınacaktır. Buna kimse mâni olamaz ancak uydurmacılığın ve tasfiyeciliğin aleyhindeyiz.” sözlerinin altını kazımış ve asıl söylemek istediklerini şöyle açıklamıştır: “Bu sözlerin manası, bugünkü dil kıyımını esas itibariyle destekliyoruz fakat metot ve teferruat bakımından tutulan yola muhalifiz.” Kendi içlerinde bir kısır döngüye giren bu aydınlara net çizgiyi Hacıeminoğlu çekmiştir diyebiliriz. Aynı özveriyi ise kendisi gibi düşünen aydınların da göstermesini istemiş ve defalarca bu konunun hassasiyetini vurgulamıştır. Dil anarşisine karşı çıkanların ortak bir üslupta buluşabilmeleri adına çağrıda bulunarak şöyle söylemiştir:
Artık Türkçenin sadeleşmesi bahis konusu değildir. Bu mesele bitmiştir, bu defter kapanmıştır. Çünkü sadeleşme, dildeki umuma mal olmamış ve anlaşılmayan yabancı kelimeleri -eğer hiçbir boşluk bırakmayacaklarsa- atıp onların yerine yaşamakta olan Türkçe kelimeleri kullanmak demektir. Mesela milletin anlamadığı tarik, şems, şeb, dehen… sözlerini terk edip yol, güneş, gece, ağız… sözlerini tercih etmektir. Nitekim edebiyatımızda sadeleşme hareketi başladığı zaman durum, yukarıda söylediğimiz gibiydi. Yazarların büyük çoğunluğu anlaşılmayan kelimeleri tercih ediyordu. Sadeleşme akımı da onlara karşı bir tepki şeklinde doğmuştu. Şimdi ise o günler ve şartlar en az elli yıl geride kalmıştır. Unutmayalım ki Çalıkuşu dil inkılabından on yıl önce, Ömer Seyfettin’in hikâyeleri de yirmi beş yıl önce yazılmıştır. Bugün ise artık edebî dilde bile milletin çoğunluğunun anlayamadığı eski kelime yoktur. Fakat hala sadeleşmeden bahsediliyor! Böyle bir dilin neresi sadeleşecek? Hangi kelimeleri atılacak? Yarım asır önce meselesini çoktan halledildiği halde, her gün tazelemenin manası var mıdır? Gerçi bugün Türkçenin hakikaten bir arılaşmaya ihtiyacı vardır. Ama bu, milletimizin malı olmuş kelimelerin arıtılması değil, uydurmacıların kuluçkadan çıkarır gibi ortaya attıkları sözcüklerin temizlenmesinden ibarettir.
Günümüzde de bu ortamı kollayan, kendisini bu toplum içerisinde aydın olarak adlandıran kesimin sayısı az değildir. O yıllardan bu yıllara Atatürk’ü vasıta kılarak kendi günahlarını örtme gayretine düşenlerin varmak istedikleri tek gaye; Türk milletinin kültür bağlarını koparmak, geriye dönülüp feyz alınacak değerleri yok etmek, Türk milletini dayanıksız bırakmak ve en nihayetinde av haline getirip parçalamaktır.
Uydurmacılığın; Türkçeyi fakirleştirdiğini ifade eden Hacıeminoğlu, dilde yaşayan kelimelerin eskiliğine vurgu yapmıştır. Ona göre; “dilde yaşayan bir kelime ne kadar “eski” ise, onun manası da o derece zengin ve geniştir.” Bu nedenle eski olan bir kelime, yüzyıllar içerisinde hafıza birikimiyle ilerler ve genişler. O kelimeyi kaldırdığımız zaman bütün bir manayı kaybetmiş oluruz. Mana derinliği açısından Hacıeminoğlu’nun verdiği misallere bakmakta fayda vardır. Birkaçını şöyle tarif eder:
Mesela “sebep” kelimesini ele alalım. Bugünkü uydurmacılar “sebep”e “neden” diyorlar. Yanlıştır. Çünkü “sebep” tek başına bir kelime değildir. Türkçede sebeplenmek diye bir fiil vardır. “Fabrikada Emine de bir iş buluverir. Sayenizde o zavallı da sebeplensin.” Cümlesini “nedenlensin” diye bitirebilir misiniz?.. Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır/Bugün posta günü canım sıkılır/Sebebim aman!” mısralarından sonra “nedenim aman” diyebilir misiniz? Gene uydurmacıların her derde deva bir ilaç gibi sık sık kullandıkları “kişi”yi ele alalım. Bu yaptığın kişiliğe sığar mı? diyebilir misiniz? Biz de onu adam sanmıştık.” Yerine kişi sanmıştık denebilir mi? “Şahsiyet sahibi insan” yerine “kişilik sahibi kişi” denir mi? Bu sebeple; insan, adam, şahıs, fert gibi birbirinden tamamıyla farklı dört kelime için de “kişi” kelimesi kullanmaz. Uydurmacılar ‘eser’ yerine ‘yapıt’ demektedirler. Peki, ‘eserde erkeklikten eser yokmuş’ cümlesindeki eser yerine yapıt denilebilir mi? “Sen arzu ettin, bu ayrılık senden eserdir.” Mısrasında, bu ayrılık senden yapıttır.” diye bitirebilir misiniz?
Buna benzer yüzlerce misal verilebileceğini söyleyen Hacıeminoğlu, dilin yüzlerce yılda gelişip oturduğuna ve her kelimenin yerinin, manasının ve vazifesinin başka olduğuna da ayrıca değinmiştir.
Eğitimde Dil Anlayışı
Eğitimde nesiller arasındaki bağlantının kurulması açısından dil, en güçlü unsurdur. Hacıeminoğlu kendi dönemindeki eğitim politikalarını bu anlamda incelemiş ve gerekli yerlerde tepkisini göstermekten geri durmamıştır. Onun devrinde Millî Eğitim Bakanlığı’nın, uydurmacıların kontrolü altında politikalar gerçekleştirdiğini düşündüğümüzde Hacıeminoğlu’nun da haklı isyanlarını elbette yerinde buluruz. Eğitim sisteminin nasıl olması gerektiğini kendi hocalığında bizzat yaşamış bir üstat olan Hacıeminoğlu’nun öğrencileri onun gerek konuşmasında gerekse de yazılarında Türkçeye uygun düşmeyen hiçbir telaffuz veya kelime göremediklerini belirtmişlerdir. Nesilleri yetiştirmekteki doğru aktarım çabası da işte bu yüksek millet şuurundan gelmektedir. Özellikle ortaokul ve liselerde verilen eğitimin nesilleri tarih şuurundan kopardığını vurgulayan Hacıeminoğlu, okulların Ziya Gökalp’ı, Ömer Seyfettin’i, Mehmet Akif’i, Yahya Kemal’i hatta Reşat Nuri Güntekin’i anlayamayacak seviyede öğrenci yetiştirmesine şiddetle karşı çıkmıştır. Elbette ki bu durumu bir kasıt olarak değerlendirmiş ve haklı isyanında şunları dile getirmiştir:
Kendi klasiklerini, hatta atasözlerini anlamak imkanından mahrum kalmış nesillere memleket teslim edilebilir mi? Bu faciayı kimler hazırlıyor? İçimizdeki gafiller, aldatılmışlar ve satılmışlar. Niçin yapıyorlar? Tarih ile alakası kesilmiş köksüz bir millet meydana getirmek için.
Üzülerek belirtmek gerekir ki durumun vahameti günümüzde de yer yer devam etmekte, dilin korunması hususu bir kenarda dursun dil ve dil anlayışından mahrum olan nesiller yetişmektedir. Eğitimde sözde Batı ile yarışmayı gaye edinenler, meseleyi yanlış anlayarak Batı taklitçiliğine soyunmakta, bu da yetmezmiş gibi hayranlık duyduğu Batı’yı tanımamak gibi gaflete düşmektedirler. Bu duruma öncelikle dil anlayışı açısından bir misal verelim:
Bir gün Roma’nın hükümdarı Tiberius, halkına yaptığı konuşmada uydurma bir kelime kullanır. Konuşmasında defalarca tekrarladığı bu uydurma kelimeye karşılık halktan bir kimse hükümdarı uyarır. Hükümdarın yanındakiler hemen savunmaya geçerek kullanılan bu kelimenin Sezar’a ait olduğunu, Sezar’ın her şeyden üstün olduğunu söyledikten sonra bunun üzerine halktan şöyle bir cevap alırlar: “Sezar dilediği insana Roma vatandaşlığı verebilir, rütbe veya mevki ihsan edebilir fakat memleket dilinden olmayan bir kelimeye Romalı hakkı veremez!” En basitinden bu hadiseyi misal alarak Hacıeminoğlu’nun karşı çıktığı uydurmacı aydınlar ve günümüzde o aydınların başka bir maskeye büründüğü günümüz aydınlarına sormak gerekir; hayran oldukları Batı’nın hangi özelliğini almak istemektedirler? Türk’ten millet olmanın inceliklerini öğrenen Batı’yı yüceltip Türk’ü hor görmenin dayanakları nelerdir? Vaktiyle Sorbonne Üniversitesi’nde, fizik sınavında soruları çok iyi cevaplayan bir öğrencinin iki tane Fransızca hatası yaptı diye okulda bırakılması dil milliyetçiliği değil midir? Batı’nın yaptığı milliyetçilik insanidir de Türklerinki mi hayvanidir? Son olarak, dil konusundaki hangi samimiyetleri gerçek Türk milliyetçilerini ikna etmeye yetecektir?
Sanatta Dil Anlayışı
Edebî eserlerin başında dil ve üslubun geldiğini savunan Hacıeminoğlu, öncelikle yazılan bir ‘yazı’nın edebî eser değerini kazanabilmesi için belli başlı kurallara sahip olması gerektiğini vurgular. Bunların başında iyi seçilmiş kelimeler gelmektedir. Bu hususta bir iç kural, seçilen kelimelerin mümkün olduğu kadar doğru ve güzel kullanışlı olması; canlı, yaygın ve herkesçe anlaşılır olmasıdır. Hacıeminoğlu’na göre, bu vasıfları taşımayan ‘yazı’lar “birer karalamadan başka bir şey değildir.”
İyi kelimelerin seçilmesi noktasında ise bu kuralların edebî eserlerin türüne göre genişleyebileceği veya daralabileceğine de vurgu yapan Hacıeminoğlu, şiir için, mana ve derinlik açısından, bu seçiciliğin geniş bir yer tutabileceğini; buna karşılık deneme, hikâye, roman, makale gibi türlerde daralabileceğini ifade etmektedir.
Hacıeminoğlu’na göre yazar, dil konusunda hür değildir ve olmamalıdır. Bunu ise şöyle anlatır: “Yazar, okuyucu karşısında, millet karşısında alabildiğine hür değildir. Çünkü aslında onlar için yazar. Bu sebeple de eserin okunmasını, anlaşılmasını ve beğenilmesini isteyen kimse hem dile hem de millete karşı saygı göstermeye mecburdur.”
Kültürün temelinden oluşan edebiyat, bir dil sanatıdır. Dilin en zengin şekilde kullanıldığı alan edebiyat olduğu için Hacıeminoğlu’na göre, edebiyat ve kültürün dışında dil yoktur. Dilin tekamülünü sağlayacak olan en değerli hazine ise 22 Haziran 2024 Sayı 119 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi o millete ait olan edebiyatçı ve yazarlardır. Dile ve edebiyata bir sanatkâr hassasiyetiyle yaklaşan Necmettin Hacıeminoğlu, dil konusundaki asıl vazifenin yazarların omuzlarında olduğunu vurgulamıştır.
Hacıeminoğlu’nun edebî türler içerisindeki tiyatro için görüşleri ise aslında dil ile millet arasındaki bağın önemini ciddi anlamda gözler önüne sermiştir. Türk tiyatrosunda milletimizin konuştuğu Türkçeden başka bir dil kullanılmasını bile bile intihar etmekle eş görerek ve şu sözlerle tarif eder: “Öyle ki seyirci, tiyatro sahnesinde dinlediği dil ile hayat sahnesinde işittiği dil arasında bir farklılık görmemelidir. Böyle bir ayrılık olduğunu sezmemelidir. Bu, her şeyden önce serin ve oyunun başarılı olması şarttır.”
Edebî eserlerin yazımı da dahil olmak üzere, konuşma dilinde “argo” kullanımının yersiz bir durum olduğunu belirten Hacıeminoğlu; bu konuyu bir safhaya götürerek “millete yapılan saygısızlık” olarak adlandırır. Gerek keyfî gerekse de hususî olarak argo kullananları “günün modasına kapılan zavallılar” olarak nitelendirir. Bu gibi durumların önünü alabilmek için sunduğu çözüm ise en az Batı kadar edebî eserlerin tamamında tenkitçi zümresinin yetiştirilmesidir
İlimde Dil Anlayışı
İlmî terimlerin birçok dillerde müşterek olduğu bir gerçektir. Hacıeminoğlu, dil meselelerinin münakaşalarında ilim ve teknik sahalarındaki terimleri genel anlayışının biraz dışında bırakmıştır. İlmî terimlerin Türkçe kullanılmasının çok uzun vadede gerçekleşebileceğini dile getiren Hacıeminoğlu, bu konunun daha çok ilim adamlarının halletmesi gerektiğini savunmuştur. Asıl dikkatleri konuşma ve yazı diline çekmeye çalışan Hacıeminoğlu, uydurmacıların özellikle bu alana saldırmalarını görmezden gelmemiş fakat bu dikkatlerin de dağılmasını önlemeye çalışmıştır, diyebiliriz.
Millî Dilin Tekâmülüne Dair
Millî dilin her zaman tekâmül edeceğini savunan Hacıeminoğlu, yapmış olduğu çalışmaların genelinin aslında bu başlığın merkezi etrafında döndüğünü söyleyebiliriz. Bugüne kadar dil tarihimiz bize göstermiştir ki kendiliğinden değişmiş ve gelişmiş olan dilimize müdahale ve zorlama yapıldığında dilin tekâmül gücü zayıflamıştır. Millî dil; ait olduğu milletin töresiyle, zevkiyle, kültürüyle yoğurulduğu için yapılan müdahaleler doğal olarak yalnızca dilin değil, milletin bütün değerlerinin de tekamülünü zayıflatacaktır.
Yazımıza son vermeden önce; 26 Haziran 1996’da Hakk’a yürüyen, Milliyetçi fikir adamı, dava insanı ve gönül eri olan, Hacıeminoğlu’nu milliyetçi aydınlara vasiyet değeri taşıyan şu sözleriyle saygı ve rahmetle anıyoruz:
…Biz ise milliyetçi aydınlar olarak hala uyumaya devam ediyoruz. Ne geçmişten ibret alıyoruz ne de oynanan oyunları fark ediyoruz. Hainler, gafiller ve ahmaklar gözümüzün içine baka baka Türklüğü parçalıyor. Türk dilini yıkıyor ve millî kültürü yok ediyorlar. Bizler de kimimiz susuyor, kimimiz hiçbir şeyi fark etmiyor, kimimiz de onlara alkış tutuyoruz.
KAYNAKÇA
Sadeleşme Devri Kapanmıştır, Necmettin Hacıeminoğlu, Devlet, s.4, Nisan 1969.
Tiyatro ve Dil, Necmettin Hacıeminoğlu, Millî Hareket, s.34, Mayıs 1969.
Türklüğü Parçalayan Öztürkçeciler, Necmettin Hacıeminoğlu, Millî Işık, s.6, Ekim 1967.
Sadeleşmede Ölçü, Necmettin Hacıeminoğlu, Töre, s.3, 1971.
Milliyetçiliğin Kültür Temeli, Necmettin Hacıeminoğlu, Töre, s.16, 1972
Necmettin Hacıeminoğlu ile Bir Konuşma, Deniz Dağoğlu, Töre, Temmuz 1972, s.14
Babam Necmettin Hacıeminoğlu, Oytun Şahin
Necmettin Hacıeminoğlu’nun Hayatı, Vahit Türk, Gazi Türkiyat, 2009, 5.
Dil ve Milliyet, Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş, Millî Hareket, s.35, 1969.
Türk Dilinin Müdafaası, Osman Turan, Millî Hareket, s.38, Eylül 1969.
“Dil Yâresini..”, Tarık Buğra, Milliyet, 25 Ekim
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.