Bir mefkûrenin doğum sancısını bütün benliğiyle çeken ve mefkûrenin tohumlarını aramak için yola koyularak binlerce cevheri ortaya çıkaran Mürşit Ziya Gökalp’ı vefatının yüzüncü yılında özlemle anıyoruz. Yazımızda onu Turan’a vardıran yolu, bu yolda etrafındaki aydınlara nasıl ilham olduğunu ve Türk edebiyatı felsefesine sistemli bakışıyla getirdiği çözümleri ele alacağız.

Ziya Gökalp’ı Turan’a vardıran yol, henüz çocukluğundan başlamıştır. Mektep derslerine çalışmaktan ziyade zamanının neredeyse tamamını kitap okumakla geçiren Ziya Gökalp, o dönemlerini şöyle anlatır:

“… Ben çocukken bazılarına göre çok tembel, bazılarına göre ise çok çalışkandım. Mektebin derslerine hiç çalışmazdım. Fakat geceli gündüzlü meşgul olduğum bir şey varsa o da kitap okumaktı. Yedi yaşında iken Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Şah İsmail gibi kitaplardan bir koleksiyonum vardı. Bir iki sene sonra tiyatro kitaplarına daha sonra romanlara, şiir ve edebiyat kitaplarına sarıldım. Muallimlerin nazarında mektebin en tembel talebesiydim. Fakat talebelerin nazarında en çok okuyan olarak yine ben tanınıyordum…”

Onu çocukluk çağlarında derinden etkileyen iki önemli edebiyatçı, Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’ydi. Namık Kemal’e dair hatırası, babasının ona yüksek bir ideal vermesiyle de paralellik göstermiştir. Bir gün babası, eve üzgün bir hâlde gelerek Namık Kemal’in vefat ettiğini haber verir. Bunun üzerine Ziya Gökalp’a vasiyet namında şu sözleri sarf eder: “İşte sen o büyük adamın arkasından gideceksin; onun gibi vatansever, onun gibi hürriyet sever olacaksın.” der ve ardından gece boyu yüksek sesle Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ni okurlar. O günden sonra Ziya Gökalp’ın kulaklarında adeta “Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azametten” dizesi yankılanmıştır.

14 yaşına yeni girdiği dönemde babasının bir dostu Ziya Gökalp’ın okumaya merakı üzerinden Avrupa’ya gitmesi gerektiğini belirtmiştir. Babasının cevabı onun yine düşünce dünyasını şekillendiren en önemli temelden biri olmuştur. Babası cevap olarak şöyle demiştir:

“Tahsîl için Avrupa’ya giden gençler yalnız Avrupa ilimlerini öğrenebilirler; millî bilgilerimizden bîhaber kalırlar. Medreseye gidenler de iyi hoca bulurlarsa dinî ve millî irfânımıza az çok vâkıf olabilirler. Fakat bunlar da Avrupa ilimlerinden mahrûm kalırlar. Bence memleketimize en fâideli âlimler, bizim için müstâcelen bilinmesi lazım olan hakikatleri bilenlerdir. Bu hakikatlerse ne Avrupa ilimlerinde ne de millî bilgilerimizde tam olarak mevcud değildir. Gençlerimiz, bir taraftan Fransızcayı, diğer taraftan Arab ve Farsîyi iyi öğrenmeli! Ondan sonra hem garb ilimlerine hem şark bilgilerine mükkemmelen vâkıf olmalı! Sonra da bunların mukâyese ve telifiyle milletimizin muhtâc olduğu büyük hakikatleri meydana çıkarmalıdır. İşte, eğer ömrüm vefâ ederse, ben Ziya’yı bu sûrette yetiştirmeye çalışacağım.”

Millî terbiyeyle yetişmiş olan ve onda uyanan bu Turan ruhunun bütün Türk milletine yayılmasını ise kendisi yine çocukluğundan başlayarak şöyle anlatmıştır:

“Daha on beş yaşındayken Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmani’siyle, Süleyman Paşa’nın Tarihi Alem’i bende Türklük ve Türkçülük sevgisini doğurdu. İstanbul’a gelince ilk önce Leon Cahun’un tarihini alıp okudum. Hüseyinzâde Ali Bey’le temas ederek Türkçülük hakkındaki kanaatlerini öğrendim. On yedi on sekiz seneden beri Türk milletinin sosyolojisini ve psikolojisini tektik tetkik etmek için yaptığım çalışmaların mahsulleri kafamda sıralanmış duruyordu. Bunları meydana atmak için fırsat bekliyordum. Nihayet Genç Kalemlerle Türkçülüğü bütün programlarıyla atmak lazım geldiğini düşündüm ve bütün fikirleri ihtiva eder. ‘Turan’ şiirini yazarak Genç Kalemler’de yaydım. Turan şiiri tam zamanında çıktı. Osmanlıcılık ve İslam birliği idealleri memleket için tehlikeli olduklarından genç ruhlar kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. Turan şiiri, Türklüğün aradığı mefkûrenin bir kıvılcımı idi.”

O meşhur şiir; Türkçülüğün nefesidir, sesidir. Şiirin ilk baskıya girişini ve şiiri ilk görenlerde bıraktığı hissiyatı Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp’la tanışmasıyla birlikte detaylı bir şekilde anlatmıştır. İlk önce Hüsün ve Şiir adıyla çıkan derginin adı Ali Canip Yöntem’in de tavsiyeleriyle Genç Kalemler olarak değişmiştir. Derginin imtiyaz sahipleri aynı zamanda İttihat ve Terakki merkezinin kâtipleridir. Kâtiplerden biri olan Nesimi Bey, bir gün Ali Bey’e bir manzume getirir. Çizgili bir kâğıt parçası üzerinde ‘Turan’ şiirinin altında ‘Tevfik Sedat’ ismini okurlar. Ali Bey, Nesimi Bey’e dönerek “Bu kimin?” diye sorar. O da “Merkezi Umumi’ye yeni aza seçilen Diyarbekirli Ziya Bey’in, Genç Kalemler’de neşredilmek üzere aldım fakat kendi ismiyle çıkmasını istemiyor.” diye cevap verir. Anlam açısından çok kuvvetli buldukları bu eseri Nesim Bey’le tekrar tekrar okurlar ve ‘Turan’ şiiri “Talat ve Canip’e” ithafen 4 Şubat 1910’da Genç Kalemler’de yayımlanır.

Nabızlarımda vuran duygular ki tarihin
Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil
Güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tanininde

Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.
Sahifelerde değil, çünkü Atilla, Cengiz
Zaferle ırkımın tetviç eden bu nasiyeler,
O tozlu çerçevelerde, o iftira amiz

Muhit içinde görünmekte kirli, şermende;
Fakat şerefle numayan Sezar ve İskender!
Nabızlarımda evet, çünkü ilm için müphem
Kalan Oğuz Han’ı kalbim tanır tamamiyle

Damarlarımda yaşar şan-ü ihtişamiyle
Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan

İlk tanıştıklarında Ziya Bey’in pek konuşmadığını, gayet düşünceli ve haya sahibi bir insan olduğunu söyleyen Ali Canip Yöntem, sonrasında çok sıkı bir dost olduklarını belirtir. Bir gün her zaman gittikleri Beyaz Kale’nin bahçesinde otururlarken Ziya Gökalp’a Ömer Seyfettin’in kendisine yazmış olduğu mektuptan bahseder. Bu mektup, dil hareketi üzerinedir. Daha önce Genç Kalemler’in bazı sayfalarında bu konulara değinen Ali Bey, daha esaslı bir şekilde Yeni Lisan konusuna girilmesi gerektiğini Ziya Gökalp’a açar; bunun üzerine Ziya Gökalp, samimi bir ifadeyle: “Durmayalım, hemen işe başlayalım!” der.

Onlar, Yeni Lisan hareketiyle çalışırken baltalamaya çalışanlar elbette olmuştur fakat Ziya Gökalp ile Ali Canip Yöntem’in ortak kaleme aldığı ve Genç Kalemler’in ikinci cildinde yazdıkları ‘Yeni Lisan’ adlı makale, bu hareketin önünde kimsenin duramayacağının en somut hâlidir. Öncelikle makalede Bekir Fahri Bey gibi kendisini biraz Türk, biraz Arnavut, biraz Ermeni, biraz Fransız vb. hissedip millî yahut kavmî bir edebiyat olamayacağını dile getirenlere cevaben: “… bizim nazarımızda ‘ilim’ beynelmilel bir mahiyeti haiz, ‘siyaset’ millî kıymete malik olduğu gibi ‘lisan’, ‘edebiyat’ da kavmî bir hususiyete sahiptir… Lisan ve edebiyata gelince bunlar ancak ‘kavmî’ olabilirler. Osmanlı lisanı ‘Türk lisanıdır. Osmanlı edebiyatı ‘Türk edebiyatı’dır. Fakat Osmanlı milleti ‘Türk milleti’ değildir… Osmanlı milletini ‘Osman Gazi’ tesis etti fakat Türk kavmi, Türk lisanı, Türk edebiyatı Osman Gazi’den daha evvel de mevcuttu. Türk lisanı, Türk edebiyatı Selçukîlerden hatta Oğuz Han’dan pek çok eskidir. Türkçe bugün yüz milyon Türk’ün konuşmakta olduğu bir lisandır. Bu yüz milyon kan kardeşinin yegâne rabıtası olan lisanına kendi ismini vermek günah mıdır?” diyerek cevap verir.

Ziya Gökalp, Türk edebiyatı ve lisanına bakışını, tarih ilmiyle yoğurup sistemli bir hâlde sunmuştur ve ardından Yeni Lisan hareketiyle nelerin hedeflendiğini ise şu sözleriyle aktarmıştır: “… Yeni lisanla yakın zamanda edebiyatımıza tiyatro, roman… Her güzel şey girecektir. Yeni lisan mutaassıp değildir. Ve Yeni Lisancılar; kuru bir terakki davasıyla kalmamak içindir ki Avrupa’nın edebî, felsefi, içtimai, siyasi, hukuki, en güzel eserlerini kendi lisanlarına nakletmek üzere bir heyet teşkil ettiler, çalışıyorlar; yakında kapitülasyonlardan azade, ıstılahlarıyla, yeni kelimeleriyle, gayet zengin bir ‘Türk lisanı’ göreceksiniz. Hakiki Türk edebiyatı, bu samimi ve büyük lisanın metîn ve zarif zemini üzerinde yükselecektir.”

Bu makaleyi takiben çoğu durumlar aydınlığa kavuşmuş ve Turan şiiriyle başlayan bu ruhu, Genç Kalemler’de Altın Destan takip etmiş; milli edebiyatçıların ruhu Ziya Gökalp’ın fikirleriyle beslenmiş ve ortaya çıkan her bir eser, milletin bütün bir ruhunu temsil etmiştir. Yahya Kemal, Ziya Gökalp için şöyle der: “İnsanlara ateş vermek istediği için Kaf Dağları’na zincirlenmiş olan (promete) gibi Ziya Bey kafası ile ilme zincirlenmişti. O zincirinden bir an ayrılamıyordu. Hayata, tabiata, havaiyata dair dereden tepeden konuşmak nedir, bilmiyordu. Her kelime ve her hadise onda bir fikir silsilesi uyandırırdı.”

Ziya Gökalp, yüce Türk milletinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir ki Türk gençliğini özüne döndürmüş, kaybolmuş hafızayı yerine getirmiş ve unutulan tarih şuurunun mayasını, Altın Işık adlı şiiriyle tekrardan yoğurmuştur.

“Sandım gençlik doğar; baktım mart olmuş,/ Gittim ili gezdim: genci kart olmuş,/ Kimi Kırgız, Kazak, kimi sart olmuş./ Dedim yahşiler çok, yaman nerede?/ Gideyim arayım: Şaman nerede?” dizeleriyle gençliğin kendi içerisinde kaybolduğunu vurgulamış ve bir gençlik ruhuyla bu kaybolan değerleri aramaya başladığını belirtmiştir. Bu dizeleriyle özünü kaybetmiş ve varlığını bulmak isteyen bir gençliğin ağzından sonsuz nesillere seslenmiştir.

Ziya Gökalp’ın ilim yolundan bir adım bile uzaklaşmayan zihni, herhangi bir durumun tespiti için önce Türk milletinin kendisini sorgulamasından ve okları kendisine yönelttikten sonra çözüm önerileri getirilebileceğine iman etmiştir. Ziya Gökalp “Uygurlar uyuşuk, Türkmenler aylak/ Ne kışlak sevinçli, ne güler yaylak,/ Aslanlar yurdunda barınır çaylak,” dizeleriyle sosyolojinin getirmiş olduğu toplum şuuruna vurgu yaptığında, o çağlarda henüz Uygur Türklerinin medeniyet ve devleti olduğunu bilmeyen onca genç vardı. Bu gençliğin yanlış bilgilere iman ettiğini fark eden Ziya Gökalp, bu dizeleriyle şuurları yeniden işlemiştir.

Yine aynı çağda gençlik; Attila’yı bir kahraman olarak değil, Avrupa’yı talan eden barbar sürülerinin başı olarak bilen ve Timur’u devlet yıkan zalim bir Tatar olarak anan gençliğe, şu dizeleriyle ilham olmuştur: “Attila, Tirnoçin, Gürgan nerede?/ Gideyim arayım: Türkan nerede?”

Tuğrul Bey’in Anadolu’ya gelişini yalnızca Cengiz Han’ın zulmüyle değerlendiren bu gençlik, “’Kırım’ nerde kaldı, ‘Kafkas’ ne oldu?/ ‘Kazan’dan ‘Tibet’e değin Rus doldu./ ‘Hatay’da analar saçını yoldu,/ Şen yurtlar ne halde, viyran nerede?/ Gideyim arayım: İyran nerede?” dizeleriyle yalnız kendi benliklerini değil, diğer illerde olan millettaşlarının benliklerini de hatırlamıştır.

“Soy atlar küçülmüş, olmuş kurada,/ Alplar kız ardında birer hovarda/ Sancağı unuttuk hangi diyarda,/ Altın otağı, altın kozan nerede?/ Gideyim arayım? Yazan nerede?” dizeleriyle bir hareketi başlatmış ve kendisiyle birlikte Turan’a giden yola işaret ederek Türk milletini bu kutlu yola şu dizeleriyle çağırmıştır: “Başları ağarmış ihtiyar dağlar,/ Anar eski günü sel döker, çağlar,/ Kırlangıç ah çeker, güvercin ağlar,/ Uzak bir ses sorar: Turan nerede?/ Gideyim arayım, soran nerede?”

Tüm bunları soran ve sorgulayan gençlikle yürümeye ant içmiş olan Ziya Gökalp’ın fikirleri, büyük bir yankı oluşturmuş ve nesillerin beyninde şimşek gibi çakarak hızla büyümüştür. Onun işaretiyle birlikte Türk’ün tüm değerleri aranmaya başlanmıştır. Oluşan bu geniş halka yalnızca gençliği değil, gençliğe seslenen edebiyata da şekil vermiştir. Aydınlar, Turan’ın ışığı ile aydınlanmış eserleriyle nesillerin zihninde meşaleler yaktırmışlardır. Öyle ki Halide Edip Adıvar, ‘Yeni Turan’ romanının başını bu ışıkla süsleyerek: “Ey Yeni Turan sevgili ülke,/ Söyle sana yol nerede?” ile başlamıştır. Turancılığı Ziya Gökalp’la beraber tam manası ile benimseyen Ömer Seyfettin, hikâyelerinde bu idealizm üzerinden mesajlar vermiş ve bazı hikâyelerinin başına: “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan. ” olan ünlü beyiti yazmıştır.

Böylece milletinin büyüklüğünü hafızasında anlamlandırmış olan herkes, Turan idealinin bir hayal olmadığını anlamış ve bu mefkûrenin daimî hayat verici bir ruh, heyecan ve yaşamın ta kendisi olduğunu çözmüştür. Necmettin Hacıeminoğlu’nun da dediği gibi “Gökalp, o tarihten itibaren artık Türkçülüğü de Turancılığı da hem bir tepki hareketi olmaktan hem de yalnız duygu ve heyecan planında kalmaktan kurtarmıştır. Romantik duygular hâlinde başlayan Türkçülük ve Turancılık akımını siyasi, iktisadi ve kültürel sahada sistemleştirmiştir.”

Burada en güçlü tesiri onun yegâne dostu, yanından neredeyse hiç ayrılmayan Ömer Seyfettin, ‘Turan Devleti’ adlı eserinde şu sözlerle anlatmaktadır: “… Ey bu küçük kitabı okuyan, Sen eğer milletinin ne kadar büyük ve kuvvetli olduğunu bilmeyen bir zavallı isen eğer milli ve mukaddes mefkûrenin hayat verici nurları senin ruhuna aksetmemişse mutlaka güleceksin ve: – Hakikatten ne uzak bir hayal diyeceksin. Fakat emin ol ki yanılıyorsun. İhtimal senin duymadığın ilahî bir nefes ürperten ve uyandıran hararetiyle bütün Turan’ı sarıyor… Muhitindeki değişikliği, hareketi görmüyor musun? İstersen bu hayat ve halâs alametini hayal farz et. Lakin bütün hakikatlerin evvela bir hayal ve tasavvur derecesi geçirdiğini unutma. Ve hatırla ki fiilin meşimesi fikirdir.”

Behçet Kemal Çağlar, bir yazısında Ziya Gökalp’ın edebiyatçılara nasıl yön verdiğini şu sözleriyle açıklamıştır: “Ziya Gökalp, millî edebiyat cereyanını yaratmak isteyen adamdı. Etrafındakilerin sadakat ve kabiliyeti nispetinde buna muvaffak oldu. Zamanında istidadını belirten şairlerin hepsinin elinden tutan odur. Onların ruhuna taze emeller aşıladı, onlara yepyeni mevzular verdi; Orhan Seyfi’nin ‘Peri Kızı ile Çoban Hikayesi’, bunun en güzel misalidir.”

Yeni Lisan makalesinden sonra Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin’in çizdiği yolda ilerlemiş ve edebiyatımıza yetkin eserler bırakmış olan Beş Hececiler’in başında gelen Faruk Nafiz Çamlıbel, Ziya Gökalp’ın ‘Sanat’ adlı şiirine binaen yine aynı isimle şiir yazarak onun yolunda olduğunu beyan etmiştir. “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken/ Söylenmemiş bir masal gibi Anadolu’muz/ Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken/ Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz.” Diyerek Servetifünunculara veda etmiştir.

Ziya Gökalp’ın aydınlar üzerindeki tesiri elbette saymakla bitmez. Edebî çizgiden baktığımızda bu tesirin Diyarbakır’da zorlu şartlar altında her hafta çıkardığı Küçük Mecmua’yı da anmakta fayda vardır. O mecmuanın İstanbul’u, Diyarbakır’dan nasıl etkilediğini Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ziya Gökalp’ı devrinin en büyük şairi olarak kabul ederek şöyle ifade eder: “… Ziya, şimdi Diyarbakır’da ruhundaki mukaddes ateşten bunlara hararet neşrediyorsun…” Gökalp’ın, Diyarbakır’da Küçük Mecmuayı çıkardığı aylardan birinde Falih Rıfkı şöyle yazıyordu: “Küçük Mecmua, matbaacılığın en kötü şartları altında çıkıyor. Fakat itiraf etmeli ki İstanbul’un fikir ve sanat hareketlerini Gökalp, Diyarbakır’dan ve Küçük Mecmua vasıtasıyla idare ediyor. Buranın münevverleri olarak her hafta onu bekliyoruz. Fikrî, ruhi ihtiyaçlarımıza o cevap veriyor.”

Ziya Gökalp’ın yalnızca edebiyat sahasında değil, Türk milletinin bütün sahalarında aydın insanlarda uyandırdığı çok önemli bir gerçek ve tespit vardır. 1941 yılında Ziya Gökalp için yapılan bu tespit, zannımca bugün de hakikatini korumaktadır. O yıllarda Orhan Seyfi Orhon şöyle diyor: “Dil inkılabımızdan aşar vergisine kadar hiçbir mesele yoktur ki esasını o kurmamış olsun; Türkçülük, Turancılık, Dârûlfünun istiklali, kadın davası, köycülük, evkaf, Türk tarihi, millî iktisat, Türkçe hutbe, hece vezni… Her şey onun yumuşak ellerinde ilk güzel şeklini buldu. Eğer bugün hayatımızda Ziya Gökalp’ın temas etmediği bir şey varsa ya o bizim millî davamızın dışında bir fantezidir veyahut da biraz sonra geri dönmek ihtiyacını duyduğumuz yanlış bir adım…”

Ziya Gökalp’ın edebiyatla ilgili görüşleri ve edebî şahsiyetlere özellikle de şairlere Kızılelma’nın önsözünde verdiği yön, son derece önemlidir. Şöyle der: “Şair, kendi ruhunu bulandır. Ben bunları senin ruhunu bulduktan sonra yazdım. Arada yaratıcı bir şi’iyet dalgalanıyordu. Bu şi’iyeti ben destana geçirmek istiyordum. Fakat sen beklemedin, onu tarihe sokmaya başladın. O hâlde ben duruyorum artık sen yürü!” Bu ifadelerini aynı zamanda Türk milletinin yekvücut olmasına ithafen söylediği ‘Mukaddes Vücud’a seslenmektedir. Ziya Gökalp’a göre, milletinin ruhunu bulanlar, gerçek edebiyatçılardır ve çoğu alanda olduğu gibi edebiyatı da taklidî Türkçülükten arındırmanın yegâne koşulu budur.

Ayrıca ilim ve felsefe açısından yapmış olduğu değerlendirmeler, edebiyat sahasına damgasını vurmuştur. Edebiyatı da taklidî bir Türkçülükten kurtarmak isteyen Ziya Gökalp, bilindiği üzere Türkçülüğü sistemli hâle getirmiştir. O hâlde onun nazarında edebiyatın da bir sistem dâhilinde olması gerekirdi. Bunu, Tanzimat Edebiyatı’nın sorununu sistemli bulmaması üzerine yapmış olduğu yorumdan da çıkarabiliriz. Ruşen Eşref Ünaydın’la yapmış olduğu bir röportajda Tanzimat edebiyatının kusurunu şöyle ifade etmiştir:

“… Tanzimat Devri, bizim rönesansımız olacaktı. Fransız edebiyatını model ittihaz ettiğimiz için klasik bir edebiyat vücuda getirmemiz imkânı hasıl olmuştu. Fakat Fransızların, Yunan ve Latin edebiyatına karşı harslarını muhafaza için aldıkları vaziyeti, biz almadık. Fransızlar lisanda, vezinde, zevkte halktan ayrılmamışlardı. Lisan ve vezin tamamıyla millî olmakla beraber sanat da mevcut olduğu nispette millîydi. Yalnız şekil; beynelmilel, beşerî yahut Yunani olan edebiyattan ibaretti. Biz de Fransızlar gibi hareket ederek yani konuştuğumuz lisanı yazarak milli veznimize ve milli zevkimize avdet ederek Fransız edebiyatından – Yunancadan ve Latinceden alınmış – meziyetleri iktibas etmiş olsaydık doğrudan doğruya değil fakat bir rönesansa mazhar olmuş klasik edebiyata bilvasıta ittisal peyda etmiş olurduk. Hâlbuki iş böyle olmadı. Zevk eskiden nasıl acem idiyse Tanzimat’la Fransız oldu. Lisan, vezin, eski suniliklerini muhafaza etti. Şu hâlde bu hareket ne millî ne de tam klasik kaldı.”

Bu görüşleriyle beraber elbette ilgili sahalara yaptığı gibi edebiyat alanına da bir reçete sunmuştur. Türk’ü ilgilendiren tüm alanlara sistemli bir bakış getirerek çözüme kavuşturan Ziya Gökalp, Tanzimat’ta başlatılması gereken akımın yerini bulamamasını eleştirdikten sonra bugün, günümüzde de yapılması gereken ciddi bir hamleden bahsetmiştir diyebiliriz.

Servet-i Fünun sanatçılarından olan Cenap Şahabettin’e cevap olarak yazdığı edebî bir tenkitte, şu cümleleri beyan etmiştir: “Gösterecek ki Avrupa medeniyetleri çürük, hasta, müteaffin esaslar üzerine istinat etmiştir. Bu medeniyetler inkıraza, izmihlale mahkûmdur. Hakiki medeniyet ancak Yeni Hayat’ın inkişafıyla başlayacak olan Türk medeniyetidir. Türk ırkı diğer ırklar gibi ispirto ile sefahatle bozulmamıştır. Türk kanı; şanlı muharebelerde çelikleşmiş, gençleşmiştir. Türk zekâsı, başka zekâlar gibi tefessühe başlamamış, Türk hassasiyeti başka hassasiyetler gibi kadınlaşmamış, Türk iradesi başka iradeler gibi zayıflamamıştır. İstikbâlin hâkimiyeti Türk şekîmesine mevʿûddur. Alman filozofu ‘Nietzsche’nin tahayyül ettiği fevkalbeşerler, Türklerdir. Türkler, her asrın ‘yeni insanları’dır. Bundan dolayıdır ki Yeni Hayat bütün gençliklerin anası olan Türklükten doğacaktır.” Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler makalesinde de geçen bu ifadeler yalnız edebiyatta değil, Yeni Hayat felsefesinden doğan birçok yeniliği de Türk’ün bünyesine katacak ve Yeni Hayat aslında ‘millî bir hayat’ olacaktır.

Tanzimat edebiyatının, millî bir ruha varılması için atılan adımları hiç mi karşılayamadığı ve biraz da olsa faydasının olduğuna yönelik bir soruya cevaben:

“Tabii Tanzimat; bizi müstaden, skolastik zihniyetten ve skolastik edebiyattan kurtardı. Mamafih Tanzimat hareketlerine hiçbir filozofumuz çıkarak rehberlik etmediği için Tanzimat sistemsiz bir tarafta cereyan ediyordu. Avrupa’da bütün içtimai teceddütlerde olduğu gibi sanatın ve edebiyatın teceddüdüne de felsefe rehberlik etmiştir. Bizim fikrî hayat itibarıyla haiz olduğumuz makiselerin membaı filozoflardan mahrumiyetimizdir.” şeklindeki yorumu son derece kıymetli olup bugünün de en önemli sorununa bir çözüm önerisidir. Cemiyetin içerisinde kendisinden ‘yarının adamı’ diye bahsedilen Ziya Gökalp, elbette sadece bu öneriyle kalmamış bunun, bazı dönemlerde başarılı olunup bazı dönemlerde başarılı olunamayacağını ön görerek meselenin temel çözümünü şu ifadelerle anlatmıştır:

“Bir milletin edebiyatı, kendi ruhundan muttarit bir surette inkişaf etmişse felsefenin rehberliği olmasa da zarar yoktur; hâlbuki bütün irfanı gibi edebiyatı da bu şartları haiz olmayan bir millette felsefenin uzun bir tenkidine duçar olmayan edebiyat ve sanat salim bir şekilde olamaz.”

Bugün Avrupa’nın edebiyat ve sanatta yoğun tenkitçilerinin bulunması belki de ruhlarını kaybetme korkusundandır fakat kendimize baktığımız zaman, Ziya Gökalp’ın yüz yıl önce, “Türkçülük, henüz sanat eserleri ortaya atacak kadar bir hâle gelmediğini defaatle ilan etti.” sözünü ne kadar aşmış bulunmaktayız? Bunun çözümü önce felsefe ve tenkidi iyi yapabilmekte sonrasında ise o ruhu bulmak adına işe koyulmaktan geçmektedir.

Son noktada ise Türkçülüğün edebiyat ve sanat konusunda asıl olarak ne yapmak istediği sorusunun cevabını ise şöyle vermektedir: “Türkçülük, felsefeyi, tarihi ve içtimaiyatı kendisine rehber ittihaz ederek eski irfanı teşrih masası üzerine koyuyor. Onun suni unsurlarını, millî unsurlarını aramaya çalışıyor. Bu mesailer neticesinde, Türk irfanının millî olan ve kökleri halkta bulunan hars kısmı meydana çıkacağı gibi Avrupa medeniyeti de esaslı bir surette buna ilave edilince müstakbel Türk irfanı millî harsla Avrupa medeniyetinden mürekkep olacaktır.”

Verilen önerilerin temeline indiğimiz zaman, tarihi süreç içerisinde edebiyatın masaya yatırılarak derinlemesine incelenmesi ve suni unsurlarla millî unsurların ayıklanmasının yapılması gerektiğinin vurgulandığını görürüz. Bu fikre paralel olarak yine Genç Kalemler dergisinde şunları kaleme almıştır: “Evet biz dünkülerin edebiyat müzesindeki mevkilerine taarruz etmeyeceğiz yalnız gençliğin hareketine hiçbir hail bırakmamak, teceddüdün şefkat ve samimiyetini muhafaza etmek maksadıyla dünküleri ‘bugün için’ beğenmeyeceğiz. Yoksa işte tekrar ediyoruz, dünkü kıymetlerine bir şey dediğimiz yoktur; onlar birer mevtadır ki mezar taşları olan kitaplarıyla büyük bir kabristanda, edebiyat tarihinde bütün kendilerinden evvel geçenler gibi ebedî uykularına dalmışlardır.”

Fikirlerinde taklidî bir Türkçülükten şiddetle kaçınan Ziya Gökalp’ın edebiyat sahasında da millet olarak bu hataya düşülmemesi gerektiğini ise şu ifadeleriyle tasdiklemiştir: “… Dünküleri tezyif etmiyoruz, tarihe karışmış kıymetlerini nez’e çalışmıyoruz. Yalnız onların bugünkü kalemlere ‘meşk’ olamayacağını, olmamasını söylüyoruz çünkü gençler dünkü eserleri ittihaz ettikleri takdirde ibdâ’ın yerini nihayet taklit tutar.” Taklidin sanata ve edebiyata ne denli zarar verdiğini, geçmişin unutulmaması gerektiğini fakat geçmişin aynısını çağlara aynen atfetmenin getireceği zararın, milletin felaketine yol açacağından bahsetmiştir.

Yapmak için gerekirse yıkmanın dünyada en meşru bir keyfiyet, olduğunu dile getiren Ziya Gökalp, bu yenileşme uğruna kaybedilecek olunan unsurlara net bir çizgi çekmiş bu tavrıyla da ilmin gereğini yapmıştır diyebiliriz.

Bugün bize düşen, öncelikle Ziya Gökalp’ı çok iyi anlamak ve bunun yanında yakmış olduğu meşaleyi bu çağdaki Türkler olarak yeniden yenileşmeyle değerlerimizden kopanları, sistemli bir şekilde ele almak, tedavi etmektir. Ziya Gökalp yalnız kendi çağında değil, bütün bir Türklüğün ezelden gelen aksidir ve sonsuza gidecek olan bir berekettir. Rahmet, özlem ve minnetle anıyoruz. Bütün Türklüğün babası olan Ziya Gökalp’ı, bütün Türklerin yakasında bir nişan gibi taşıması gereken şu beyitiyle anarak yazımıza son veriyoruz:

“Bütün Türklük bir ordu, katılmayan kaçaktır.

Yasamızda yazılı: Harpten kaçan alçaktır.”

KAYNAKÇA

GÖKALP Ziya, YÖNTEM Ali Canip. “Yeni Lisan”. Genç Kalemler, Türk Dil Kurumu Yayınları. Cilt 2. Sayı 22. Sayfa 105. Ankara. 2019.

SEYFETTİN Ömer. “Turan Devleti”. Su Yayınları. Sayfa 28-29. İstanbul. 1980.

ÇAĞLAR Behçet Kemal. “Ziya Gökalp İhtiyacı, Ziya Gökalp’in Tuttuğu Işığa Yönelin: Türk Şairleri!”. Doğu. Sayı 12. Sayfa 42. 1943.

FARUK Demirtaşoğlu. “Ziya Gökalp’in Manzumeleri”. Altın Işık. Sayı 4. Sayfa 14. 1947

YÖNTEM Ali Canip. “Ziya Gökalp’in Matbuat Aleminde İlk Görünüşü, Genç Kalemler ve ‘O’”. Çınaraltı. Sayı 12. Sayfa 7. 1941.

ORHON Orhan Seyfi. “Ziya Gökalp”. Çınaraltı. Sayı 12. Sayfa 3. Ekim 1941.

ORHON Orhan Seyfi. Ziya Gökalp”. Doğu. Sayı 71. Sayfa 14. 1948.

HACIEMİNOĞLU Necmettin. “Ziya Gökalp’te Turancılık Ülküsü”. Töre. Sayı 63. Sayfa 15. 1976.

ÇALEN Mehmet Kaan. “’Yeni Hayat’tan ‘Millî Hayat’a, İntihardan Terkîbe Ziya Gökalp”. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi. 2016.

HACIÖMEROĞLU. “24. Ölüm Yılı Dolayısıyla, Ziya Gökalp İçin”. Orkun Dergisi. Sayı 6. Sayfa 12. 1950-52

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.