Eski
Yunan filozoflarına göre, insan, konuşabilen hayvandır. Onların bu sözünden
anlamaktayız ki konuşabilme yetisi, yani dil, insan olmanın biricik şartı
durumundadır. İnsandaki diğer zihnî, ruhî ve hissî özellikler, dil olmadan
ortaya çıkamayacağından insanı tanımlamada dil her zaman bunların önüne
geçmiştir. Yine felsefî antropoloji de dilin önemini vurgularken, sadece
insanın diğer hassaslarından ön plandadır demenin ötesinde, insanı diğer
varlıklardan da ayıran tek unsurdur diyerek konuşma hususiyetini ilk sıraya
koymuştur.
Dil, hem insanın diğer
hassaslarından ayrı bir önemdeyken hem de insanı diğer varlıklardan ayrı
kılarken yalnız insanın bir kıymeti değildir. Bize göre dil, tek tek insanların
birer kıymeti olduğu kadar milletlerin de en mühim değeridir. “Dil bir milletin
en değerli malıdır. Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini
kaybeden millet korkunç bir felâkete düşmüştür. Dilini kaybeden milletse yok
olmuş demektir.” (Atsız, 1933, s. 208)
Dilin
insanlarca ve milletlerce paha biçilemez bir önemde olduğunu belirttikten sonra
sözü Türk diline getirmeyi yerinde buluyoruz. İddia ediyoruz ki Türkçe, kırk
asra uzanacak kökleriyle dünya üzerindeki en muazzam dildir ve Türk kültürünün
hem parçası hem de aktarıcısı olarak, Türk milletinin varlık yokluk meselesinde
eşsiz ve benzersiz bir paydayı teşkil etmektedir. “Türk milletinin dili,
Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir
dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır.
Bizde Türk dili, Türk milleti için mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk milleti
geçirdiği nihayetsiz hadiseler içerisinde ahlâkının, ananelerinin,
hatıralarının, menfaatlerinin, velhasıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin
dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir,
zihnidir.” (Atatürk, 1927, s. 463)
Türk
milletinin dili Türkçeden aldığımız ilhamla iki şeyin bilincine varıyoruz.
Bunların biri, dünyada Türkçe kadar tarihî derinliği ve coğrafî genişliği
bulunan başka bir dil bulamayışımızın haklı gururu olurken, diğeri ise bu
tarihî derinlik ve coğrafî genişlikten ötürü Türk dili üzerine araştırma ve
inceleme yapmanın güçlüğü oluyor. Türkçedeki bu temel ise Orta Asya, Avrupa ve
Batı Asya alt bölgelerinin kapsamı olan Avrasya coğrafyasında, tarih yapan
büyük Türk milletine dayanıyor. Biz buradan hareketle Türk kavramına bir
açıklık getirmek istiyoruz. Avrasya coğrafyası hem birbirinden kopmuş
süreçleri, hem de birbirini tamamlayan süreçleri, farklılıklarla iç içe
geçirerek akışkan bir bütünü sunmuştur. İşte bu coğrafyada tarih yapan Türk
milleti, Avrasya coğrafyasındaki o bütünün parçalarından olan ırkların,
boyların, hanedanların Türk adı altında ortak ve üst kimlik olarak bugünlere
taşınmasında büyük bir rol oynamıştır. Bu taşıma kültürel bir olgu olduğundan
aracımız elbette ki Türkçe oluyor. Hülasa Türk kavramı, coğrafya ile Türkçenin
bileşkesi olarak karşımıza çıkıyor. Bunu gerçeklerle örtüştürmede de hiç
zorlanmıyoruz. Çünkü bahsettiğimiz akışkanlığı bir bakıma tarihsel olgularla
takip etmek mümkün olsa da birdenbire önümüzde beliren simgeler, destanlar,
anlatılar gibi unsurlar sadece ve sadece Türkçe ile izlenebiliyor ve Türkçe
sayesinde ortak hafızanın ürünleri olduğu anlaşılıyor.
“Kültür
ve medeniyet tarihi incelendiği zaman görülür ki, bütün büyük medeniyetler,
bütün kuvvetli kültürler zengin ve işlenmiş dillerin eseridir.” (Hacıeminoğlu,
1972, s. 14) Biz söylüyoruz ki Avrasya coğrafyasında doğup, büyüyen ve gelişen
kültür ve medeniyet havzası, zenginliği tarihinden, işlenmişliği de temas
ettiği coğrafyasından gelen Türkçenin doğurduğu Türk kültür ve medeniyet
havzası olarak anılır. Dahası aynı kültür ve medeniyetin altyapısıyla Yakın
Doğu ve Orta Doğu bölgelerinde de Türk devletleri kurulduğundan, Türkçe, o
bölgenin etkin iki dili olan Arapça ve Farsçadan da gücüne güç katmış ve o iki
dilden daha üstün bir dil olduğunu ciddi bir hars mücadelesinin sonucunda
kanıtlamıştır. Böyle bir Türkçenin hitap ettiği neredeyse dünyanın üçte ikilik
kara parçasına denk düşen bir alanı, insanda kalp organı olarak sembolize
edersek bu kalbi besleyen hem atardamarın hem de toplardamarın yine Türkçe
olduğunu görüyoruz.
İmparatorlukların,
devletlerin, inançların, dinlerin, sanatların, mimarîlerin zengin bir
farklılığın ürünleri olduğu yerde aslında bizi şaşırtan bunların aynı zamanda
bir zincirin halkaları olmalarıdır. Bu etkileyici süreklilikte şaşkınlığımızı
gideren, Türkçenin hepsinde müşterek bir belleği besleyen ve bir arada tutan
ana unsur olarak yanı başımızda durması oluyor. Dil üzerine, dilin hem kültürün
parçası hem de aktarıcısı olması üzerine kalem oynatırken Türkçeden yol bulmak
tabi ki de bizi müşerref kılıyor, fakat diliyoruz ki Türkçenin bu gelişiminin
kolay olmadığını da ortaya koyabilelim.
2018-12-16