Önceki yazılarımızda belirttiğimiz üzere, kültür, maddi olsun manevi olsun bütün “antropo sosyal değerleri ” içine alan bir kavramdır. Antropo sosyal olan değerler demek, insan eliyle, tabiatın değiştirilmesi ve geliştirilmesi neticesinde ortaya çıkan beşeri unsurlar demektir. İnsan, tabiatı ve hiç şüphesiz bu arada kendi tabiatını da işleyerek kültüre ulaşır. Tabiat, insan tarafından işlenmediği zaman hamdır, insan eliyle, işlendiği zaman kültür değerlerine dönüşür.
İnsan olmasa idi kültür doğmayacaktı. Gerçekten de Muhyiddin-i Arabî’nin dediği gibi, “ insan çamurdan yaratılan dünyanın cilâsı” olmuştur. Bu arada asla unutulmaması gereken bir husus vardır. İnsan ferdi, yüksek bir biyolojik ve psikolojik potansiyele sahip olmakla beraber, grup dışında kalsa idi, yabanî kalacaktı. İnsan, fert ve zümreleri grup içinde gelişerek şahsiyet ve üslup kazanabiliyorlar. Hiç şüphesiz, fertler ve zümreler, gelişmelerini tamamladıktan sonra, kültür hayatına değerli katkılarda bulunabilirler. Ama temelde yatan kültür, milli kültürdür.
Şüphesiz, kültürün oluşmasında, bütün insan gruplarının payı ve yeri vardır. İnsan grupları aileden başlayarak zaman içinde daha girift sosyal yapılara doğru gelişirken yeryüzünde millet yahut kavim adını verdiğimiz daha büyük ve karmaşık gruplara ulaşmış bulunuyoruz. Öte yandan, milletlerin ve kavimlerin birbirlerinden tipik bir kültür ile ayrılmış olduklarını görüyoruz. Kültürün beynelmilel mi sınıfsal mı yoksa milli mi olduğunu objektif olarak öğrenmek istiyorsak, dünyamızda bulunan kültürlerin yayılma alanlarını gösteren bir harita çizmemiz yeterlidir. Zaten, bu tip haritalar yapılıp durmaktadır. Böyle bir harita tetkik edildiğinde görülecektir ki ortak bir insanlık kültürü olmadığı gibi, kültürün sınıfsal olduğu tezi de hemen çürür. Yeryüzü milli kültür dairelerinden ibarettir. Orada bir insanlık kültürü bulamayacağınız gibi belli sınıfların belli kültürleri de yoktur. Dünyamız, milli kültür dairelerine ayrılmıştır ve her kültürün yayıldığı bir coğrafya sahası vardır. Bu kültür daireleri arasında tarihi ve coğrafi yakınlıklar nazara alınarak akrabalıklar bulunabilir. Lâkin bu durum dahi, kültürlerin, milli karakterlerini inkâra değil, ispata yarar.
Bir milletin içinde, elbette farklı sınıflar daima mevcut olmuştur. Bugün de normal ve gelişmiş bir cemiyette köylüler, işçiler, küçük esnaf, memur, teknokratlar ve işveren gibi zümreler bulunur. Bunlar, aynı dine mensup, aynı dili konuşan, aynı tarih, kültür ve ülkülere bağlı mütecanis bir milletin çocukları dahi olsalar, yine de elbette aralarında milli kültürü yaşama ve yansıtma bakımından farklar olacaktır. Bu farkları kültür farkları olarak değerlendirmek asla doğru değildir. Bu fark, Pierre Laroque’un da belirtti gibi “ toplumda oynanan rol, hayat tarzı, psikolojik davranış ve müşterek şuur” farkı olarak ele alınmalıdır( Bkz. Pierre Laroge- Sosyal Sınıflar Dr. Y. Gürbüz), 1963, s.11)
Bu sebepten Marksistlerin burjuva kültürü, proleter kültürü ve gecekondu kültürü gibi sözlerini mübalağalı hatta yanlış ifadeler olarak görüyoruz. Sınıflar, söz konusu olsa bile, kültür milletlere izafe edilir: Alman burjuvazisi, Alman proleteri yahut Fransız burjuvazisi ve Fransız proletaryası gibi… Yani, her sınıf kendi sınıfının tavır ve şuuruna sahip olduktan başka, bir de kendi milletinin milli kültürüne ve şuuruna sahip bulunmaktadır. Hatta tarih bize gösteriyor ki milli kültür ve milli şuur, sınıf davranışlarından ve şuurundan daima daha güçlü olmuştur.
Türk İslam Ülküsü 1, Sayfa: 243- 244